29 Aralık 2013 Pazar


NOVİ SAD - PETROVARDİN

Belgrad’da yoğun geçen ilk günüm ardından gezimin son tam gününü (12 Ekim 2013 Cumartesi), yeni bir yer görmek tutkusuyla, iki saat mesafedeki Novi Sad’da geçirmeye karar verdim. Sabah 08:25’deki treni hedefleyerek önce otelin karşısındaki fırından kıymalı sıcak bir börek ve yoğurt eşliğinde hızlı bir kahvaltı yaptım, ardından da istasyona biletimi almaya gittim. Uzun kuyruğu tahmin etmediğim için en yakın tren olan saat 08:25 treninin kalkmasına 5 dakika kala alabildiğim gidiş-dönüş bileti için 460 RSD (Sırp Dinarı, yaklaşık 12 TL) ödedim. Bu arada belirtmeliyim ki tren bileti aldığınızda o gün içinde istediğiniz saatler arasında kullanabiliyorsunuz, belli bir saati yok. Gezi bloglarında bulabildiğim bir iki yazı dışında yeterli bilgi sahibi toplayamadığım ikinci keşif gezim olan Sırbistan’ın üçüncü büyük şehri ve Voyvodina bölgesinin başkenti olan 300 yıllık Novi Sad gezim işte böyle başlamış oldu.
Yaklaşık iki saatlik yolculuk ardından güneşli ama serin bir ekim sabahı saat 10:30 gibi Novi Sad Tren İstasyonu’nda indim.

                                                                  Novi Sad İstasyonu

Belgrad Tren İstasyonuna göre daha sade olan bu istasyonda tüm yazıların Sırpça olmasından dolayı trenlerin dönüş saatlerini anlamakta zorlandım. Ancak çat pat İngilizce konuşabilen bir gençten alabildiğim bilgiyi başka bir gençten teyit ettirerek kendimi istasyon dışına attım. İstasyon kapısından çıkınca karşıma geniş bir meydan ve onu paralel ve dikine kesen üç geniş yol çıktı. Tam anlamıyla bir “köyden indim şehre” durumu. Hemen büfeden detaylı bir Novi Sad şehir haritası alıp öncelikle nerede olduğumu anlayıp ona göre istikametimi planlamaya karar verdim. Kocaman haritayı keyifli şekilde incelemek için meydanın diğer tarafındaki bir cafeye yöneldim, tabi ki yine börek ama bu sefer yanında çay ile (4 TL).
Haritayı incelerken fark ettim ki, şehrin içinden TUNA nehri geçiyor. Tuna nehrinin bir tarafı Petrovardin, istasyonun olduğu taraf ise Novi Sad. İstikametimi belirlemek üzere harita üzerindeki müze, meydan, kilise, sinagog gibi turistik yerlerin yoğunlaştığı merkeze odaklanarak istikametimi Petrovardin Kalesi olarak belirledim. Bu arada belirtmeliyim ki harita üzerindeki yeşil alanların çokluğu dikkatimi çekti.
Gezime tren istasyonunun önündeki Oslobodenja Bulvarı’ndan devam ederek başladım. Geniş bulvarın iki yanındaki, sosyalizm döneminde yapılmış olan eski ve bakımsız gözüken yüksek toplu konut binaları estetik adına son derece sevimsizdi.


 
Merkeze yaklaştıkça bakımlı hale gelen binaların önünde bulunan sokak kafeleri, buralarda yaşayan şehrin sakinleri için keyifli buluşma ortamları.
 

Elimdeki haritaya göre bulvar üzerindeki üçüncü ışıklara yaklaşırken sağ tarafta Sultan Baklava’ya rastladım. Hem cumartesi hem de sabah nedeniyle olsa gerek içeride hareket yoktu

Işıklardan sola saparak ulaştığım Jevraska (Jewish-Yahudi) Caddesi ise tarihi ve iki-üç katlı binaları barındırıyor. Tarihi merkeze yaklaştığımı bu caddedeki büyük sinagog binasından anladım. Sinagog’un heybeti eskiden burada yaşayan Yahudi nüfusu hakkında bir fikir veriyor insana. İçeri girmek istememe rağmen kapılarının kapılı olması nedeniyle giremedim ama Avrupa’da daha önce bu kadar büyük bir sinagog gördüğümü hatırlamadım.


Sinagog’un arka bahçesindeki kapıdan çıkarak takip ettiğim ara sokaklar, beni sanki Viyana’ya çıkardı. İsminin “Vojvodanskih Brigada” olduğunu öğrendiğim sokaktaki binalar Habsburg döneminin zenginlerinin yaptırdığı estetiği yüksek konutların bulunduğu bir sokak.
 
 
Bu sokağın hemen yanı başındaki geniş Mihajla Pupina Bulvarı ise (Bulevar Mihajla Pupina) oldukça geniş. Bazı kamu binalarının da olduğu bu geniş bulvar boyunca daha bakımlı apartmanlar ve keyifli kafeler var.



 


Bu bulvar boyunca yaklaşık 15 dakikalık bir yürüyüş ardından Tuna nehri üzerindeki Varadinski Köprüsü’ne vardığımda Novi Sad’ın sona erdiğini gösteren levhayı gördüm. Tuna nehri Novi Sad ve Petrovardin’i ayıran doğal bir sınır.

 
 
Köprü üzerinden görülen manzara müthişti. Doğu Avrupa’nın birçok ülkesinden geçip Karadeniz’e açılan muhteşem Tuna nehri yeşillikler içinden kıvrılıp bütün karizmasıyla ayaklarımın altından akıp giderken karşımda, Novi Sad’a tepeden bakan heybetli Petrovardin Kalesi önümde duruyordu.
 
 
Bu tepeye ilk olarak Romalılar bir kale kurmuşlar, ardından Macarlar ve takiben Osmanlılar hakim olmuşlar. Osmanlıların 18 yy sonunda buralardan kesin olarak ayrılması üzerine Avusturyalılar ele geçirmiş ve hemen köprünün karşı tarafına bir garnizon kurmuşlar. Buraya tacirler ve köylüler de yerleşmeye başlayınca, ticaretin de gelişmesiyle, günümüz Novi Sad şehrinin ilk temelleri atılmış. Neyse biz gelelim tekrar Petrovardin Kalesi’ne. Belgrad yazımı okuyanlar hatırlayacaktır, Belgrad Kalesi içinde türbesi bulunan Damat Ali Paşa işte bu kalenin fethi için girişilen savaşta 1716 yılında şehit olmuş. Bu kaleye çıkabilmek için köprüyü geçtikten sonra, eski ama sevimli tarihi evlerin arasından geçerek, yeşillikler içinde 15 dakikalık bir yürüyüş ardından kaleye vardım.
 

 
Dış kale surlarından içeri ilerlerken gördüğüm manzara tek kelimeyle harikaydı. Son derece iyi korunmuş, temiz, sessiz ve yeşillikler içinde tarihi bir yapı. Sevgilisini kapan Sırp gençler muhteşem Tuna manzarasına karşı keyif yapıyorlardı. Terden sırılsıklam olmuş bir vaziyette önce kalenin tarihi saat kulesine ulaşıp, kalabalık gençler ve turist grupları arasında uygun bir pozisyon kovalayarak harika manzaranın fotoğraflarını çektim, ardından da şehrin en keyifli manzarasına sahip restaurant-cafelerinden (Kale resturant olsa gerek:-)) birine attım kapağı.
 
 

Saç sakal karışmış ve terden sırılsıklam olmuş biçimde boynumda asılı fotoğraf makinesi, elimde kamera, sırtımda çanta ile gören genç garson kibarca, rezerve olmayan arka taraflardan ama halen manzarası olan bir masayı işaret ederek “nereli olduğumu” sordu. Her zaman olduğu gibi soranın tahmin yapmasını istediğimde direkt “Türk müsün?” diye sorunca Belgrad’dan sonra ikinci sürprizi yaşadım, tam isabet. Nasıl anladığını sorduğumda “saç sakal karışık Türk veya Yunanlı’ya benziyorsun, ama hem daha irisin hem de yunanlıların burunları daha eğri” şeklinde bir yanıt verdi!!! İsminin Janko olduğunu öğrendiğim garsona soda ve buraların favori içeceği machiato ısmarlayarak notlarımı derlemeye başladım (6,5 TL).
Novi Sad, Tuna’nın 1.255. km’sinde kurulmuş. Novi Sad garnizon olarak kurulduğunda ilk ismi Racko Selo (’Sırp Köyü) imiş. Sonradan Petrovaradinski Sanac (Petrovaradin Garnizonu) demişler. 18 yy’ın başlarında, savaş bittiğinde  büyüyen ve zenginleşen şehrin ahalisi özgürlük talebiyle “Özgür Kraliyet Şehri” statüsünü almak için girişimlerde bulunmuş. 80,000 Forint karşılığında İmparotoriçe Maria Theresa’dan bu statüyü almışlar ve şehrin ismi de Sırpça olarak NOVI SAD olarak konulmuş, tarih 1 Şubat 1748. Yakın tarihimizde Nato’nun Yugoslavya’ya yaptığı hava bombardımanına hedef olan stratejik şehirlerden birisi, Tuna üzerindeki 3 köprü yerle bir edilmiş. Petrovardin ise “Tuna’nın Cebelitarık”ı olarak anılıyormuş. Kale içindeki saat kulesi Novi Sad’ın simgesi. Eskiden, saat kulesini gören evlerden saat vergisi alırlarmış.


Yarım saatlik dinlenme ardından rotamı önce kale içindeki müzeye, ardından tekrar Novi Sad’a çevirmeye karar verdim.
Müzeye 100 RSD (2,5 TL) karşılığında girdim. Ufak bir yer ve belli kesimleri tadilat nedeniyle kapalıydı. Açık olan ikinci katta, sosyal yaşamı konu alan 17,18 ve 19. yy Novi Sad evleri hakkında sergi vardı.
 
 
Çıkışta muhabbet ettiğim görevliye Osmanlı tarihi hakkında soru sordukça ve karşılıklı paylaşımda bulundukça ilgisini çekmiş olacağım ki bana yarım saat sonra başlayacak olan ve bazı misafirleri özel olarak gezdireceği “Petrovardin Kalesi’nin altındaki gizli geçitlerde yaptıracağı tura” davet etti. Şehrin diğer kısmını henüz görmediğim ve ne kadar süreceğini kestiremediğim için bu nazik teklifi reddettim ve daha sonra pişman oldum.

İstikamet tekrar Novi Sad. Bu sefer Varadinski Köprüsü’nü geçince ilk sağdan ilerleyerek önce Dunavska sokağını takip ediyorum. Dunavska Parkı’nın yeşillikleri içinde ilerlerken kütüphane, çağdaş sanat müzesine denk geliyorum. Isıtan pazar güneşini gören çoluğunu çocuğunu almış dışarı çıkmış. Yaş ortalamasının çok genç oluşu dikkatimi çekti. Dunavska’dan sonra karşıma çıkan her sokak cafelerle dolu ve çoğu trafiğe kapalı.
 



Bouquet Wine House’da soluklanıp gelip geçenleri seyrettim, insanlar çok renkli. Yarın sabah uçağım olmasa burada bir Cumartesi gecesi yaşamak isterdim.

 
Az ileride Trg Republike yani Cumhuriyet Meydanı. Novi Sad’ın sosyal ve kültür merkezi sayılıyormuş. Kalabalıklar cafelerde aileleri ve sevgilileriyle güneşin tadını çıkarıyorlardı. Bir yılbaşına burada girmek güzel olur.




Zmaj Jovina Caddesi: Trafiğe kapalı yürüyüş ve alışveriş yolu. İstanbul’un çeşitliliği olmasa da belli markalar var. Sokak şarkıcıları performansların tadını cafedekiler çıkarıyordu. Dondurmacılar, mısırcılar, baloncular çocuklar için keyif noktaları.




 
Saat 15:00’e geldiğinde elimdeki haritaya bakarak Novi Sad için bu kadar keşfin yeterli olduğuna karar verdim. Akşam 17:30 treni için Belgrad’a dönüş planı yapmıştım ama erken treni yakalarsam son gece Belgrad’ın göremediğim Novi Belgrad tarafına zaman ayırmak istediğime karar verdim. Bu nedenle istikameti istasyona çevirdim. Vardığımda gördüm ki ilk tren 15:30’da kalkmış ve bir sonraki tren 17:30’da. Vakit kaybetmemek adına tren istasyonunun yanındaki otogara giderek bilet fiyatı ve saatini öğrendim. 10 dk sonra kalkacak trenin 705 RSD (18 TL) olduğunu öğrenince tren dönüş biletini yakarak atladım otobüse.
 
 

Tren yolculuğundan daha keyifli olan otobüs yolculuğu sırasında mimari açıdan çok estetik köyler ve kasabalar gördüm. Karşılaştığım insan tipleri de ayrı bir analiz konusu. Genç erkeklerin saçları kısa ve genellikle traşlılar, uzun veya fit olduklarını söylememe gerek yok. Bayanlar ise Allah vergisi bir fizik ve bakımlı yüzler ile aynı bizim memleketin hanımları J Ancak ellerindeki cep telefonları konusunda oldukça bizimkilerin gerisindeler. Otobüste tanıştığım gençlerin basket maçı seyretmeye Belgrad’a gittiklerini öğrenince peşlerine takılmayı düşündüm ama düşününce bu seçimini bir sonraki ziyaretime bırakmanın iyi olacağına karar verdim. Bir dahaki sefere geldiğimde, şehirler arasını araba kiralayarak gezmeyi planlıyorum, tabi Sırpça veya İngilizce bilen birisinin eşliğinde.

Uzun lafın kısası iyi ki görmüşüm Novi Sad’ı. Belgrad’a yolunuz düşerse uğrayın derim.

 

8 Aralık 2013 Pazar


BELGRAD

8 Ekim Salı günü başlayan Makedonya gezimin ardından hedefim olan Kosova yerine, istikameti Belgrad’a çevirmeye karar verdim. Bu kararımda Pegasus’un kampanya uçuşlarından olan 39,9 €’luk Belgrad-İstanbul seferi ve Makedonya’daki arkadaşım Akın’ın yönlendirmesi etkili oldu. Üsküp-Belgrad yolculuğu için treni tercih ettim. 23 € olan bileti akşam saatine aldım ki, böylelikle 11 saatlik tren yolculuğu sayesinde tek gecelik otel masrafından kurtardım. Oteli ise www.booking.com‘dan Belgrad Tren İstasyonu’nun hemen karşısındaki 4 yıldızlı Queen Astoria Oteli’nden, geceliği 55 €’ya ayarladım.
10 Ekim 2013 Perşembe akşamı saat 20:20’de Üsküp Tren Garı’ndan Belgrad’a uzanan yolculuğum başladı. Tren konforlu değildi, haliyle ülke ekonomisinin durumuyla paralel. Altı kişilik kompartmanlardan boş olan birine yerleştim. Yan kompartmanlardan birindeki ciğerleri sökülmek üzere olan adamın öksürüklerini dinleyerek 21:00 sularında Makedonya-Sırbistan sınırına vardım. İlk kontrol Makedon gümrük görevlileri tarafından gerçekleştirildi. Pasaportumu alan görevli, 20 dakikalık bekleme ardından ancak trenin hareketlenmesi ile pasaportumu geri getirince endişeli bekleyişim sona erdi ve 21:25’de trenimiz hareket etti. 20 dakikalık bir yolculuk ardından bu sefer Sırp tarafında pasaport kontrolü yapıldı. Ziyaret amacımı soran memur, bekletmeden ve hatta çantamı açtırmadan, damgayı basıp pasaportumu iade etti. Yaklaşık 10-15 dakikalık bir bekleme ardından ve ne şans ki kompartmanıma başka kimse gelmeden, yola koyulduk. Ayakkabılarımı çıkartıp karşı koltuğa uzatıp uyudum. Saatin kaç olduğunu hatırlamıyorum ama bu rahatım Niş İstasyonu’na kadar sürdü. Burada binen dört kişi ile yolculuğumuzun geri kalan kısmını bu şekilde tamamladık. Sabah tam 07:00’de Belgrad’a vardım.
 
                                          Belgrad Tren Garı
Üsküp’ten kuzeye doğru olan yolculuğum, haliyle daha karasal ve serin bir Balkan havasıyla buluşturdu beni. İlk işim tren garındaki dövizcide cebimdeki 50 €’yu (1 €=112 DNR) bozdurmak oldu. Hemen ardından dövizcinin yanında bulunan ve önünde dört genç kızdan oluşan bir turist grubunun olduğu  “Tourism Information” yazan camekanın ardındaki bayana yöneldim. Hallerinden öğrenci olduğu belli olan bu kızların Türkçe konuştuklarını duyunca ülkem adına çok sevindim. Üniversite yıllarımda (1990-1994) ülkemize arkadaş grupları ile gelen batılı gençleri gördüğümde hem onlara imrenir, hem de farklı kültürleri tanıyarak vizyonlarını genişleten bu gençlerin öğrenme ve keşfetme azimlerini takdir ederdim. Başta Pegasus Havayolları olmak üzere, serbest rekabet ortamında çok ekonomik seyahat imkanları sağlayan havayolu şirketlerinin sayesinde, ülkeler arası mesafeler yakınlaştı. Gençlerin bu imkanları değerlendirmesi ülkemizin kaliteli insan kaynağı açısından önemli diye düşünüyorum.

Neyse, bendeniz ellerindeki haritaya odaklanmış bu arkadaşları rahatsız etmeden, camekanın ardındaki hanımdan bir şehir rehberi ve güzel bir harita aldıktan sonra hemen yolun karşısındaki otelime yöneldim. Check-in saati henüz çok erken olmasına rağmen çantalarımı valiz odasına bırakıp lobideki WC’de yüzümü güzelce bir yıkadıktan sonra kendimi dışarı attım. Bu arada otelden dışarı çıkarken fark ettim ki otelde çok sayıda Türk turist vardı. Kimselere takılmadan Karadordeva (Karacorceva okunuyor) caddesini takip ederek Sava nehrini soluma alarak Belgrad Kalesi’nin yolunu tuttum. Hayatımda ilk kez bir destinasyon konusunda detaylı ön çalışma yapmadan geziye başladım.
 


 
Elimdeki şehir haritasına bakarak önceliği Belgrad Kalesi’ne verdim. Sabah serinliğinde bulutların ardında saklanmış güneşin yüzünü göremeden ve biraz da üşüyerek yaklaşık 30-35 dakikalık bir yürüyüş ardından Kalemegdan’a (Kale Meydanı) ulaştım. İşte sonunda Fatih Sultan Mehmet’in kuşatıp alamadığı ama torunun oğlu Muhteşem Süleyman tarafından fethedilen Belgrad Kalesi’nin dış surlarındaydım.

Dış surların hemen önünde tenis kortları ile karşılaşınca yaşadığım şaşkınlık kısa sürede geçti. Çünkü bu, tenis dünyasına önemli isimler kazandıran bir ülkenin başarısının tesadüf olmadığının bir göstergesiydi benim için. İç kısımdaki surlardan içeri girdiğimde karşıma geniş bir alan çıktı.

İç Kale denen yeşillik içindeki bu geniş alanda ilk dikkatimi çeken bir Osmanlı yapısı türbe oldu. 1716 yılında Petrovaradin’de şehit edilen Damat Ali Paşa’nın türbesi. Damat Ali Paşa 1715 yılında Peleponnes Yarım Adası’nda birçok yeri Venediklilerden alarak “Mora Fatihi” ünvanı almış olan Ali Paşa. Damat Ali Paşa’nın naaşının yanısıra Tepedelenli Selim Paşa ve Çeşmeli Hasan Paşa’nın naaşları bulunmakta.

Her üç Osmanlı paşası için duamı ettikten sonra İç Kale’nin keşfine devam ettim. İç Kale’nin diğer ucunda gördüğüm ve adının Pobetnik olduğunu öğrendiğim Zafer Anıtı’nın önündeki surlara geldiğimde gördüğüm manzara müthişti; Sava ve Tuna nehirleri farklı yönlerden gelerek tam karşımda kavuşuyorlardı.
Pobetnik (Zafer Anıtı): Sırpların 1912-13 Balkan Zaferleri anısına tasarlanmış ama 1.Dünya Savaşı patlayınca savaşın sonu beklenmiş. Savaşın sonunda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'na karşı kazanılan zaferi de anmak üzere geciken projeyi hayata geçirmişler. Projenin orijinal yeri Terazije Meydanı olarak düşünülmüş ama ilk tasarlandığında "Özgürlük Habercisi" isminin verilmesi düşünülen 14 m'lik bu heykelin çıplak silüeti şehirdeki muhafazakarlar arasında çok tepki çekince şu andaki yeri olan Kale içine taşınmış. (Çok tanıdık bir davranış:-))
                                                                  Karşıda Tuna (Danube), önde Sava ile birleştiği nokta...

                                         Pobetnik (Zafer Anıtı)
Fotoğraf çekmeye doyamadığım bu manzaraya rağmen hızlanmaya başlayan yağmur nedeniyle ağaçların altına attım kendimi. Hafifleyen yağmurun verdiği cesaretle surların Tuna nehri tarafına olan kısmına ilerledim. Defterdar Kapısı denen kapının yanında Sırp asıllı olan büyük vezir Sokullu Mehmet Paşa’nın yaptırdığı çeşme var. Devşirme yoluyla doğduğu topraklardan alınan ama yaşadığı dönemin en önemli ikinci adamı olarak memleketine kalıcı eserler yaptıran Sokullu Mehmet Paşa’yı ve 170 yıl Osmanlı egemenliğinde kalan bu kaledeki çeşmenin başında geçen muhabbetleri düşünerek geçmişi canlandırdım kafamda.

 Defterdar Kapısı
 Sokollu Çeşmeleri

Defterdar Kapısı’ndan geçerek Arnavut kaldırımlı taşlardan aşağı ilerleyerek Aşağı Kale kısmına ulaştım. Eskiden bir Türk Hamamı olan ama bugün için kapısı kilitli bir Gökyüzü İnceleme Merkezi olan beyaz yapı zamana karşı yenik düşmüş gibi. Aşağı Kale geniş yeşillik alanı ile Belgrad halkının yürüyüş yaptıkları, köpeklerini gezdirdikleri bir park. Aşağı Kale’nin kuzey tarafını takip ederek Zindan Kapısı’na ulaşmak üzere tırmanarak tekrar İç Kale’ye ulaştım. Bu sırada açan güneş etrafı az da olsa ısıtmaya başladı.


Kalemegdanı ziyaretini bitirdikten sonra istikametimi Bayraklı Camii’ne çevirdim. Tekrar başlayan yağmurun altında parkın içinden geçerek 10 dakikalık bir yürüyüş ardından vardığım cami 1660-1688 arasında bir dönemde Hacı Aliya isminde bir tacirin bağışı ile yapılmış. Evliya Çelebi’nin 17. yüzyılda şehre geldiğinde 217 cami, 270 okul, 26 çeşme, 9 medrese vs olduğunu not ettiği şehrin ayakta kalan tek camisi. Caminin ismi olan “bayraklı”, şehrin en merkezi konumunda bulunması nedeniyle diğer camilerin ezan için referans aldıkları ve ezan zamanının geldiğini minaresine çektiği bayrak ile göstermesinden gelmekteymiş. İkinci Avusturya hakimiyeti döneminde minaresi yıktırılan cami bir ara Jizvit Kilisesi’ne çevrilmiş. Osmanlıların tamamen Belgrad’dan ayrılmaları üzerine cemaati kalmayan ve kapatılan cami, 1893 yılında şehrin tek camisi olarak hizmet etmesi için açılmış.  Yağışın hızlandığı sabah serinliğinde işte bu Bayraklı Camisi’ne sığındım. İçi son derece sade olan bu camide kaldığım kısa sürede hem ısındım, hem de harita üzerinde gezi planlarımı gözden geçirdim.

Bayraklı Camii
Elimdeki haritaya göre Bayraklı Camisi’nden, Belgrad’ın İstiklal Caddesi olan Knez Mihaliova Caddesi’ne doğru yola koyuldum. Birkaç sokak sonra bu caddeye varılıyor. Saat sabahın 09:30’u olmasına rağmen işlek olması gereken bu cadde oldukça boştu, dükkanlar yeni açılıyordu.
 

                                                            Knez Mihaliova Caddesi

Cadde üzerinde gördüğüm unlu mamüller satan bir “pekara”dan (fırın demek), en az Üsküp’teki kadar lezzetli peynirli böreklerden yedim. Knez Mihaliova Belgrad’ın ünlü mağazalarının bulunduğu araç trafiğine kapalı olan keyifli ve tarihi bir cadde. Belgrad Kalesi’nin önündeki Kalemegdan’dan başlayıp Aziz Sava Kilisesi’ne kadar olan uzun yolun Teraziye Meydanı’nda biten ilk üçte birlik kısmı diyebilirim. Cadde günümüzdeki ana şeklini 1868 yılında, Türklerden satın alınan binaların olduğu istikamette inşa edilmiş. 1987 yılında Osmanlıların bu topraklardan tamamen ayrılmalarının 120. yılını anısına, Belgrad’ın ilk araç trafiğine kapatılmış yaya yolu olmuş. Knez Mihaliova ismi de kurulduğundan beri ismi değişmeyen ender caddelerden biriymiş, çünkü çoğu caddenin ismi 3-4 kere değişmiş.
Arkamı Belgrad Kalesi’ne vererek Aziz Sava Kilisesi yönüne giderken ileride solda Cumhuriyet Meydanı’na (TRG Republike) varıyorsunuz. Milli Müze ve Milli Tiyatro’nun tarihi binalarını görebilirsiniz. Otobüs ve tramvay durağının da olduğu bu meydandan her cuma ve cumartesi akşamı saat 20:00’de turistlere bedava rehber eşliğinde tramvay olduğunu okumuştum. Zamanı denk getiremediğim için denemeye fırsatım olmadı.

Bu meydandaki gözlemlerim ardından tekrar Knez Mihaliova’ya döndüm. Az ileride Teraziye denen geniş cadde ve meydan karışımı alana geldim. İsminden anlayacağınız üzere Osmanlılar döneminde “terazi” denen bu alanda, aynen İstanbul’daki Taksim gibi, “suyun dağıtıldığı” bir su kemeri bulunmaktaymış. Bu alanda ilk gözüme çarpan yapı Hotel Moskova oldu.
                                                                  Hotel Moskova ve Teraziye Çeşmesi
Hotel Moskova Belgrad’ın meşhur oteli. 1907 yılında bir Rus sigorta şirketinin binası olarak yapılmış. Merkezi konumu, yüksek yeşil çatısı ve dış cephesindeki seramik kaplamaları ile Belgrad’ın göze çarpan tarihi binalarından birisi. Bir akşam bu otelin cafesinde oturup gelip geçenleri seyretmenizi öneririm.
Otelin önündeki Teraziye Çeşmesi 1860 yılında Prens Miloş’un tahtına geri dönmesinin anısına yapılmış. 9 Mart 1991 tarihindeki, yaklaşmakta olan sivil savaşın durdurulması için son şans olarak görülen, iki kişinin öldüğü kanlı Anti-Slobodan Miloseviç gösterileri sırasında göstericiler tarafından işgal edilmiş.

Teraziye Meydanı’ndan Aziz Sava Kilisesi’ne kadar olan uzun yolu yaklaşık yarım saatte yürüdüm.  Bu yol üzerinde Belgrad’ın önemli ve tarihi binalarını görebilrsiniz, ben zaman sıkıntısı nedeniyle ancak dışarıdan izlemeyi, resimlemeyi tercih ettim. Eski Saray (Stari Dvor), Yeni Saray (Novi Dvor), Belgrad Palas (Beogradanka) gibi yapıları ilk akla gelenler.





Sonunda Aziz Sava Kilisesi’ne vardım. Aziz Sava Kilisesi, hemen yanı başındaki Karadordev Parkı’nın yanında büyük beyaz bir Ortodoks Kilisesi. Bu kilise ismini Aziz Sava’dan almakta. 1175 yılında Rastko Nemanjic ismiyle Nemanjic Hanedanlığı’nın kurucusu Stefan Nemanjic’in üç oğlundan biri olarak doğmuş. Babası tarafından bugünkü Hersek bölgesinin yönetimi kendisine bırakılmış olmasına rağmen Rus rahiplerle Athos Dağı’na gidip kendisini Ortodoks Hıristiyanlığı’nın Sırbistan’da yaygınlaştırılmasına adamış. Bu faaliyetleri Ortodoks Patriği tarafından takdirle karşılanmış ve kendisi Sırbistan’ın ilk başpiskoposu olarak atanmış. Sırbistan’ın ilk taç giyen kralı olan kardeşi Kral Stefan’ın da danışmanlığını yapmış. 1234 yılında hacı olmak için Kudüs’e giden Sava, dönüş yolunda vefat etmiş. Sırplar için Aziz sayılan Sava’nın naaşı ölümünden iki yıl sonra Sırbistan’a getirilmiş. Ölümünden 360 yıl sonra, Osmanlı hakimiyetine karşı ayaklanan Sırpların moralini bozmak için, Osmanlı Baş Veziri Sinan Paşa, Aziz Sava’dan geri kalan kutsal bedeni ve emanetlerinin yakılmasını emretmiş. Sırplar için son derece üzücü olan bu olayın 300. yılı anısına 1894 yılında bu kilisenin tekrar inşasına başlanmış. Sırpların "tapınak (hram/temple)" diye adlandırdıkları iki yapıdan küçük olanı 1935 yılında ancak bitirilmiş. Büyük tapınağın başlayan inşaatı ise İkinci Dünya Savaşı ve ardından komünizm nedeniyle 2003 yılına kadar bitirilememiş. Bu kilisenin özelliği tamamen İstanbul’daki Aya Sofya Kilisesi örnek alınarak yapılmış olması. Dev kubbesinin tepesinde 12 m’lik altın haç olan bu kilise dünyadaki en büyük ikinci Ortodoks kilisesiymiş. Bana son derece sade gelen bu kiliseye olan mesafeyi yürümek çok keyifliydi.




Sava Kilisesi ardından istikametimi Nikola Tesla Müzesi’ne çevirdim. Sırpların gururu olan bu bilim adamını dünyaya tanıtmak için bir müze yapmışlar. Müzeye geldiğimde öğrendim ki İngilizce turlar akşam 16:00 ve 17:00’de düzenlenmekte. Belirtilen saatlerden birinde tekrar gelmek üzere, rotamı boş olan midemi doldurmak için bir yer aramaya çevirdim. Gelirken gördüğüm Pekara Toma’ya (“pekara” fırın demek) uğrayarak çok lezzetli bir kıymalı börek ve yogurt dedikleri koyu bir ayranı mideme indirdim. Hakikaten bizim memleketin ünlü börekçilerinin yaptığı böreklerden daha lezzetli olduğunu ifade etmeliyim. Bu arada “Toma” ismini görünce Çarşı’nın davulcusu Ekrem’in kulaklarını çınlattımJ… bu Toma bağımlılık yaptı ama.



Saat 14:30 sularında, Toma’daki ayaküstü ziyafet ardından, uykusuzluk ve sabahtan beri yollarda olmanın verdiği yorgunluk ile, Svetozara Markovica caddesi üzerindeki Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği’nin yanındaki bir cafede mola verdim. Gerek notlarımı tazelemek gerekse yeni güzergahımı belirlerken içtiğim sütlü kahve yorgunluk üzerine ilaç gibi geldi. Ardından check-in yapmak üzere otele doğru yola koyuldum.
                                                                  T.C.Başkonsolosluğu
Oteldeki kısa dinlenme ardından saat 17:00’de Nikola Tesla Müzesi’nde idim. Buraya gelene kadar Sırp olduğunu bile bilmediğim bu bilim adamının insanlık için önemli katkılarda bulunduğunu, hatta çağdaşı ve bir ara patronu olan Edison’dan daha kritik buluşlara imza attığını öğrendim. Önerim öncelikle Tesla hakkında bir ön bilginizin olması ve konuyla ilgileniyorsanız buraya gelmenizdir, yoksa zaman kaybetmeyin derim.   

Akşam yemeği için otelin yanındaki yerel bir lokantayı tercih ettim. Sırp mutfağı tarihsel renkli geçmişine paralel olarak farklı kültürlerle zenginleşmiş bir mutfağa sahip. Yağlı ve bol etli yemekler Sırp mutfağının temel iki unsuru. Alman sosisinden, Macar gulaşına, İtalyan makarnasından çok çeşitli Türk yemeklerine kadar seçenekler mevcut. Lokantanın sahibi hanımefendi ile görüşürken çok sayıda tanıdık yemek ismine denk geldim; musakka, kapama, işkembe (şkembiçi), böbrek (bubrezi), kaçamak vs. Tatlı olarak ise öncelikle Türk ve ardından Avusturya etkisi varmış. Baklava, helva var ama tatları vasat. Boza, Türk kahvesi yine populer.Bu kadar çeşide rağmen ben rejimde olduğum için balık-rakı tercihinde bulundum. 
 


Akşam yemeği sonrası Belgrad’ın kalabalık ve canlı olacağını tahmin ettiğim cuma gecelerini görmek için tekrar Knez Mihaliova Caddesi’ne doğru yola çıktım. Havanın oldukça serin ve kısmen yağışlı olmasına rağmen caddedeki müzik ve hareket içimi ısıttı. Özellikle ışıklandırılmış cadde üzerindeki cafelerde bir şeyler içmek hem insanları gözlemlemek hem de vakit geçirmek çok keyifliydi.

"Kafana": Geleneksel Sırp restoran ve cafe karışımı olan "kafana", geleneksel Sırp yaşamı hakkında gözlem yapmak için ideal ortamlar. genelde sabah erken açılıp akşam 22:00'de kapanıyorlar. Öğrendiğime göre 19. yy'nin sonları ve 20. yy'nin başlarında 20 Belgradlıya 1 kafana düşecek kadar çok sayıda kafana varmış. Sosyal hayatın temeli olan kafanaların sayıları çok az kalmş olsa da ziyaretinizde denemenizi öneririm.






Bu şehre hayat verenin genç nüfusu olduğu ortada. Bu arada belirtmek isterim ki, burada kızlar da erkekler de bize göre oldukça fit. Özellikle erkeklerin gym salonlarından çıkmadığını düşünüyorum. Sabah ortalarda görülmeyen güzel hanımları ise güneşin batması ile gözlemleme imkanım oldu.
İlk günün yorgunluğu ve ertesi gün Beldrad dışına Novi Sad şehrine yapmaya karar verdiğim erken saatteki yolculuk nedeniyle ilk gün notlarımı derlemeye ve ertesi gün için planlarımı gözden geçirmek üzere otele doğru yola koyuldum.

Belgrad Hakkında Kısa Notlarım;
  • Belgrad “beyaz şehir” anlamına geliyor olsa da bence “gri” bir şehir.
  • Belgrad’a hayat veren "genç nüfusu".
  • Tanıştığım insanlarla yaptığım paylaşımlarda kaliteli genç nüfusun, yeterli iş imkanı olmaması nedeniyle Amerika’ya okumaya ve çalışmaya gittiğini ve bunun da hissedildiğini öğrendim. Osmanlı devrinde “devşirme” politikaları nedeniyle kaliteli gençlerini Osmanlı’ya kaptıran Sırplar şimdi de Amerika’ya kaliteli iş gücünü kaptırmaktan şikayetçiler.
  • Belgrad, sevgilisinden ayrılmış bir kadın gibi. Bir tarafta nefretin öfkesiyle silinen anılar, diğer tarafta o geçmişin olgunlaştırdığı bir karakter.
  • Elimdeki haritayı incelerken yoldan geçen birisinin "haydi" diye bağırdığını duydum. gündelik konuşma diline çok sayıda Türkçe kelime girmiş. Kalemegdan, Tasmegdan, Terazije, boza, baklava, pekmez, çarşaf, yastık, yorgan, mahalle, çarşı, çorba vs.
  • Yılmaz Çetiner’in Şu Bizim Rumeli’nde belirttiği “kan kardeşliği” ilgimi çekmişti. Asırlarca birlikte yaşamış olan, birbirlerine kız alıp veren Türklerle Sırplar arasında "kan kardeşliği" çok fazlaymış. 16. yy başlarında Sırp Kilisesi bu kan kardeşliği olayını, yakınlaşmayı ülkenin ve Hıristiyanlığın geleceği için yasaklamış. Diğer bir adet kirve olayıymış. Doğan çocuğun saçı ailenin en yakın Türk dostuna kestirilirmiş. Sırp ailesinin babası ölünce çocuklarına Türkler bakarmış. Eski bir Karadağ adedine göre bir ailenin çocukları arka arkaya ölürse sonuncusuna Türk ismi verilirmiş. 1961 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan İvo Andriç, “Drina Köprüsü” isimli eserinde Müslümanlarla Ortodokslar arasındaki uzlaşmayı, birbirlerini anlamaya başladıklarını anlatır. Eski dönemde çok iyi anlaşan iki kişi için “papazla hoca gibi sevişiyorlar” deyimi kullanılırmış.    
  • Osmanlı ile Türkiye’yi eş tutanlar çoğunlukta. Osmanlı veya Müslüman yerine ağırlıklı olarak Türk nitelemesi yapılıyor. Bu arada Arnavutları hiç sevmiyorlar.
  • 1389 yılında Sultan I. Murat zamanında kazanılan Kosova Savaşı Sırplar için halen bir travma. Buna rağmen 1989 yılında Kosova Savaşı’nın 600. yılı kutlanmış. Gerekçesi “o savaş bizim ulusal benliğimizi perçinlememize yaradı.” Bir kısım araştırmacı ise o savaşın kaybedilmediği tezini ispatlamaya çalışıyorlarmış; “biz yenilmedik, berabere kaldık, iki taraf ta çekildi ama takip eden gelişmeler aleyhimize oldu vs”.
  • İkinci Dünya Savaşı başladığında cepheye giden Sırp askerlerine yaşlı çiftçi sormuş:   “-Oğlum yine mi savaş başladı? –Evet amca. – Peki Türkler hangi tarafta? – Amca bu sefer savaşta Türkler yok. – O zaman bunun adı savaş olmaz ki.”  
  • Sokollu Mehmet Paşa’yı tanıştığım tüm Sırp gençleri çok iyi biliyor ve tarihe meraklılar. Magnet pazarlığı yapmak için konuşmaya başladığım Dejan tam bir kitap kurdu idi. Kan bağışlayan gençlere Milli Kütüphane’ye giriş için “bedava üyelik” kartı veriliyormuş.
  • Formula 1'den önceki format olan Grand Prix, 3 Eylül 1939 tarihinde, Nazilerin Polonya'ya girmesinin yarattığı sevimsiz ortama rağmen, Belgrad'da yapılmış. Kalemegdan etrafında yapılan bu yarışı 100.000, yani şehrin üçte biri kadar seyirci izlemiş. O dönemin iki ünlü markasından biri olan Auto Union için yarışan Nuvolari, Mercedes Benz için yarışan Von Brauchitsch önünde kazanmış.