3 Ağustos 2014 Pazar

GİRİT

Girit'e ilgim mübadele hikayeleri ile başladı. 250 yıllık Osmanlı hakimiyetinin derin izler bıraktığı bu bereketli adadan göç etmek zorunda kalan muhacirlerin beraberinde getirdikleri insan hikayeleri ve yemek kültürü bu ilgimi her zaman daim kılmıştır. Osmanlı'dan önce Venedik, Roma ve Minos uygarlıklarına ev sahipliği yapan Girit'in, mitolojideki tanrıların babası olan Zeus'un da doğum yeri olması, burasının benim için her zaman öncelikli planlarım arasında olmasını sağlamıştır. Nihayet bu Şeker Bayramı'nda gerçekleştirme fırsatını bulduğum ve beş gece geçirdiğimiz ama adanın çok farklı noktalarını görmek gayretiyle tam bir koşturma içinde arkadaşlarımla birlikte yaklaşık 950 km yaptığımız Girit gezimizin hikayesini beğeninize sunuyorum.

 


Girit gezisi planlarıma 2013 yılının kasım ayında başladım. Her gezi öncesinde olduğu gibi internetteki gezi bloglarında yaptığım araştırmalarda Girit hakkında paylaşımların azlığı, olanlarda ise tatmin edici gözlemlere yer verilmemiş olması ve hatta bazılarında "aradığını bulamamak" gibi yorumlarla karşılaşmam Girit'in doğru bir hedef olup olmadığı konusunda süphelenmeme neden oldu. Bu şüpheyi gidermek için yaptığım ilave kaynak taraması ardından kararımı verdim ve ocak ayında Pegasus ve Aegean Havayolları biletlerini çok uygun koşullarda alarak hedefi netleştirdim. Her ne kadar mayıs ayında işyeri değiştirmiş olmamdan ötürü son dakikaya kadar gidip gidemeyeceğim belli olmasa da, herhangi bir terslik olmadan Atina aktarmalı gezimiz 25 Temmuz Cuma günü başladı.

Eşim ve her zamanki gezi tayfamız ile başlayan 6 kişilik yolculuğumuzun ilk durağı Atina oldu. Pegasus'un 15:30'daki seferi ile yaklaşık 1 saat 15 dakikalık bir uçuş ardından 17:00 gibi Atina'ya vardık. 40 dakikalık bir taksi yolculuğunu takiben kalacağımız otele varmamız ve dışarı çıkmamız 18.30'u buldu. Mart ayında eski işyerimdeki arkadaşlarımla yaptığım Atina gezisinde öğrendiğim turistik noktalarda (Akropolis eteğindeki Plaka, Monastiriki Meydanı ve Parlemento arasındaki üçgende) gerçekleştirdiğimiz hızlı panoramik turu Monastiraki Meydanı'na çıkan Mitropoleos Sokağı'ndaki Thanasis Restaurant'ta afiyetle sonlandırdık.


Iraklion  (Heraklion / Kandiye)



Girit'e yolculuğumuz ise 26 Temmuz Cumartesi sabahı Aegean Havayolları'nın saat 10:00'daki seferi ile başladı. Pervaneli Bombardier uçakları ile yaklaşık 40 dakika süren keyifli bir uçuş ardından Girit'in Iraklion (Kandiye) Havalimanı'na vardık. Önceden rezervasyonunu yaptırdığımız kiralık araçlarımızı teslim alarak otelimize hareket ettik. Buradaki esas sürpriz ise kadim dostum Tayfun ve eşi İdil'in son dakika sürprizi ile bir gün öncesinde Rodos'tan Girit'e geçmeleri oldu. Otelimize yerleşmemiz ardından kendileri ile limandaki, Venedikliler tarafından Osmanlılara karşı yaptırılan Kule Kalesi'nde (Fortress of Kule) buluştuk. Kısa bir hasret gidermenin ardından Kandiye şehrinin Old City denen turistik tarihi kesimini keşfe başladık.

Heraklion Hakkında:
Heraklion 150.000 kişilik nüfusu ile adanın en büyük şehri. Tarihi önemi ihtişamlı Minos Uygarlığı dönemine kadar uzanmakta. Şehir, o zamanlar Knossos Şehri'nin liman kentiymiş. Araplar zamanında şehrin etrafına yapılan hendek nedeniyle "Handaks" olarak adlandırılmış. Ardından Bizanslılar tarafından ele geçirilerek Venediklilere satılan bu şehir, Venedikliler tarafından Kandiye (Candia) olarak anılmaya başlanmış. Sanat ve edebiyat alanında bir çekim merkezi olan bu kente, İstanbul'un fethinden sonra çok sayıda entellektüel kaçmış. Şehrin bugünkü tarihi dokusunun tamamen Venedikliler tarafından kazandırıldığını rahatlıkla görebiliyorsunuz (Şehir surları, Kule Kalesi, cephanelik, St Paul Katedrali, Bizans kiliseleri ve Morozini çeşmesi). Bu arada İkinci Dünya Savaşı'nda Almanlar tarafından bombalanan şehir oldukça zarar görmüş.
 
                                                                  St Titus Katedrali

                                                                  Loggia

Yaklaşık 2-3 saat içinde şehrin tüm turistik kesimini rahatlıkla gezebiliyorsunuz. Bu tarihi kesim dışında çok keşfedilecek bir yer yok.

Saat 16:00'ya gelirken günün geri kalanını etkin kullanmak adına rotamızı Knossos tarihi kent kalıntılarının olduğu noktaya çevirdik. Araba ile merkeze 20 dakika mesafedeki Knossos Sarayı Minos Uygarlığı hakkında fikir vermek adına tarih severler için önemli bir ziyaret noktası. Canlı renklerle duvarlara yapılmış resimler ile etkileyici su ve kanalizasyon sistemi milattan önce varolmuş olan bu yüksek medeniyetin önemli göstergeleri. Hemen belirtmeliyim ki, "taşla, toprakla ilgilenmem" diyenlerdenseniz buralarda vakit kaybetmemenizi öneririm.



Cırcır böcekleri: şehir merkezlerinden çıkıp doğaya girdiğiniz anda inanılmaz bir cırcır böceği sesi önce kulaklarınızı ardından beyninizi tırmalıyor. Benim bildiğim yazları güneşin batması ile başlayan bu ses dalgası burada tam tersi şekilde işliyor. Güney Afrika'daki dünya kupasında tanığımız vuvuzeladan daha beter olan bu sese alışamadığımı, yaptığım kayıtları bile izlerken sinirimin bozulduğunu belirtmek isterim. Knossos gezimizi de işte bu sinir bozucu ses dalgası içinde gerçekleştirdik. 

Yaklaşık bir saatlik gezi ve serinleme molası ardından elimizdeki haritaya göre rotamızı geleneksel Girit köylerinden olan Arkhanes'e çevirdik. 15 dakikalık bir yolculuk ardından kıyı beldelerinden uzak, zeytinliklerle bağların engebeli araziyi şenlendirdiği Arkhanes’e vardık. Bir tarım merkezi olan Arkhanes, yerel inanışa göre Zeus'un gömüldüğü kutsal Gioukhtas Dağı'nın eteklerinde yer almakta. Araçlarımızı merkeze yakın uygun bir yerde bırakarak cırcırböcekerine rağmen huzur veren Arkhanes sokaklarını dolaşmaya başladık. Bizim Anadolu'daki köy ve kasabalarındaki kahvehanelerde toplanan erkekler misali oturan yaşlıları selamlayarak merkeze vardık. Belirtmem gerekir ki, tüm Girit gezilerimizde en dikkat çeken şey temizlik, düzen ve doğa ile uyumlu taş evler ve bahçeler. Dört koca asır yanyana yaşamış olan Rum ve Müslüman Anadolu halklarının ayrıldığı en temel nokta bence bu üç konu. İsteyen gitsin, görsün. Buralar İtalyan köyleri gibi sanatsal anlamda estetik değil ama sadeliğin ve doğayla uyumun güzel bir örneği. Anadolu köyleri ile İtalyan köyleri arasında bir yerde ama ikinciye daha yakın bir yerde duruyor bana göre.
 

Arkhanes'in meydanındaki yeşillikler içinde yeralan meydan kahvesinde sallama çaylarımızı içerken köyün yaşlıları ile iletişim kurmak istedik ama ingilizce veya herhangi bir ikinci dil konuşma oranı oldukça düşük. Çat pat ingilizcesi ile anlaşmaya çalıştığımız kahvenin sahibi bayandan öğrendik ki, parkın ortasındaki geleneksel Girit kıyafetleri, elinde tüfeği ve belinde kamaları ile duran heybetli erkek heykeli, Osmanlılara karşı direnişin temsilcisi olan birisine aitmiş. O heykelin gölgesinde şekerleme yapan yaşlı Arkhaneslilerin fotoğrafını çekerken konuşmalarımızdan Türk olduğumuzu anlayanlarla meydan kahvesinde kalabalık artmaya başladı. Buraların insanının bizim anadolu insanı ile benzeştiği konulardan birisi de bu; fotoğraf çekerken izin almanıza gerek yok ve tepki göstermiyorlar, tam tersine poz veriyorlar. Avrupa'da ise izin almadan fotoğraf çekmek insan hakları ihlali sayılıyor. Bu sırada gözüme ilişen iki Amerikalı turist ile konuşan bir cafe sahibi gence yanaştım ve ingilizce konuşmaya başladık. Özetle belirtmem gerekirse, Giritliler özgürlük düşkünü ve gururlularmış ve kimileri kendilerini Yunanlılardan saymıyormuş. Osmanlılara karşı direnişin de en yoğun olduğu köylerden birisi de bu Arkhanes olmuş. Daha sonra gittiğim her noktada duyacağımız gibi, tüm ada Türk dizilerinin etkisi altındaymış. Özellikle Muhteşem Yüzyıl dizisi çok popülermiş. Yeri gelmişken şimdiden belirteyim ki, yolculuğumuzun dördüncü gününde Hanya'da Arnavut asıllı Andi'den  öğrendiğim üzere, Muhteşem Yüzyıl başladığında tüm kadınlar erkekleri dışarı çıkartıp diziyi seyrediyormuş. Erkekler arasında Sultan Süleyman gibi sakal bırakmak son dört yıldan beri moda olmuş. Özellikle İstanbul'a turistik seyahat tüm Yunanlılar arasında öncelikli tatil planları arasına girmiş. Yunanistan'da yayın yapan tüm kanalların mutlaka bir Türk dizisi yayınladığını da öğrenmiş oldum, hem de Yunanca alt yazılı. Türk düşmanlığı konusunda ciddi bir algı değişimi olduğunu anlatan Andi, nişanlısını kasım ayında İstanbul'a getirmek istiyormuş. Tüm Balkanlar'da ve kimi diğer ülkelerde süregelen Türk dizisi popüleritesini bir kez daha görmüş oldum. Benim küçüklüğümde Brezilya dizileri seyredirdik, şimdi Türk dizileri dünyada popüler.
Archanes'teki keyifli gezimiz ardından Kandiye'ye otelimize geri döndük. Akşam yemeği için, dedeleri Bodrum'dan göç ettiğini öğrendiğim oteldeki Kostas'ın önerisi doğrultusunda geleneksel Girit sofrası olan Terzaki'de 21:00'de buluştuk. Balık dışında mezelerle fazlasıyla karnımızı doyurduk ve sekiz kişi için 140 € verdik. Kandiye için kesinlikle önerilecek bir yer.

 
İkinci Gün:
Verimli geçen ilk gün ardından ikinci gün sabah 08:00'de yola çıktık. Önce Kandiye'ye yarım saat mesafede Hersonissos'ta kalan Tayfun ve İdil'i aldık, ardından Lasithi Platosu'na doğru yola çıktık. Adanın iç kesimlerine doğru yaptığımız bu araba yolculukları sayesinde Girit'in enfes sahilleri dışındaki muhteşem doğasını ve yerel kültürel hazinelerini keşfedebildik. İşin daha da güzel yanı karnınız acıktığında, dinlenmek istediğinizde engin dağlar arasında olsun, geniş düzlüklerde olsun, yol üzerinde hoşunuza giden herhangi bir köy tavernasında (lokanta) durarak keyifli tecrübeler edinip insanlarla muhabbet edebiliyorsunuz.

Bu istikametteki ilk durağımız Avdou Köyü oldu. Sevimli bir köy tavernasını (aile çay bahçesi) görünce günlük nikotin istihkakını kullanmak isteyen arkadaşlarımın ricası üzerine mola verdik. Bizim gelişimiz ardından yarım saat içinde sessiz köyün tüm sakinleri (genellikle yaşlıları) muhtemelen pazar ayininden çıkarak burada toplanmaya başladı. Meraklı bakışlar altında yatan düşünceleri anlamak için iletişim kurmaya çalıştım ama ingilizce veya türkçe bilmemeleri yine bir engel olarak karşımıza çıktı. Hesabı istediğimiz sırada gelen papaz efendi tahminimizi doğrulamış oldu.

 



Mola ardından hedefimiz Lasithi Platosu'nda yer alan Dikteon Antron yani Dikti Mağarası idi. Girit Mitolojisi'nde adı geçen Dikti ve İda mağaraları adanın en çok ziyaret edilen iki mağarasıymış. Efsaneye göre, Rhea tanrı Zeus'u Dikti Mağarası'nda doğurmuş ve Zeus savaşçılarca korunup bir kçi tarafından emzirilmiş. Zamanın kısıtlı olmasından dolayı biz sadece Dikti Mağarası'nı programa koyduk. Arabalarımızla nefes kesen manzaralı rampaları tırmanırken rastladığımız yel değirmenleri dikatimizi çekince mola verdik. Bir pazarlama dehasından çıktığı belli olan Homo Sappiens (İnsan) Müzesi başarılı bir yerel girişimcinin eseri. 5 € vererek girdiğiniz bu müze bence çocuklara yönelik bir mola yeri. "Girit'in en iyi kapuçinosu" mottosu ile muhteşem manzarasını seyrederek dinlenebilirsiniz.


Buradan sonra Lasithi Ovası'na doğru inişimiz başladı. Beş dakikalık bir iniş ardından düzlüğe vardığımızda yol ayrımında çilek satan Giritli teyzenin sattığı çileklerin kırmızılığı yeniden bir zoraki mola vermemize neden oldu. Abartmıyorum, çileklerin kokusunu kekik kokuları arasında aldım. 2,5 € kaşılığında yarım kg'den az paketlerde sattığı çileklerin tadına, yıkamaya gerek duymadan bakınca ikinci ve üçüncü paketleri de aldık ve an itibariyle afiyetle bitirdik. Belirtmek isterim ki, tüm Girit gezimizde aklımda kalan en iyi beş keyifli tecrübeden birisiydi.       


Dikti Mağarası:
Yaklaşık yarım saat süren yolculuk ardından ünlü Dikti Mağarası'na ulaştık. Turist otobüsleri ve kiralık araçların doldurduğu park yerinin dışında araçlarımızı bırakarak öğle sıcağı altında 15-20 dakikalık bir tırmanış ile mağaraya ulaştık. Eşeklerin de kullanıldığı bu tırmanış sonunda indiğimiz mağaranın sıcaklığı sanırım tek haneli bir rakamdı ve sıcaktan mayışmış tüm vücudumuzu diriltti. İşte Zeus'un doğduğuna inanılan Dikti Mağarası.




Meza Potami:
Burada geçirdiğimiz yaklaşık bir saat ardından istikametimizi doğuya yani Girit'in turistik yerlerinden biri olan Agios Nikolaos'a çevirdik. Tahmini olarak 1,5 saat sürecek olan varış noktasına gidene kadar yine Girit'in kimi zaman dağlık kimi zaman düz olan iç kesimlerinden gidecektik. Henüz denize ayak basmamış olan gezi arkadaşlarım gördükleri güzelliklere rağmen deniz özlemi çektiklerinden yolda mola vermeden tam gaz Ag. Nikolaos'a gitmek ve orada bir şeyler atıştırmak istiyorlardı. Ama bilemezlerdi ki acıkmış ve şekeri düşmüş bir Arda yola devam edemezdi, hem de bereketli Girit'in bu enfes yerel lezzetleri arasında yolculuk ederken. Nitekim yarım saat sonra Meza Potami denen yeşillikler içindeki küçük bir köye vardığımızda ani bir manevra ile Marianna ismindeki sevimli restorantta durdum. Siz plan yapsanız da, kimi zaman içinizdeki bir ses kulağınıza fısıldar ve kalbinizin sesini dinlemenizi ister. İşte bu restorantta durma olayı da böyle gelişti. İyi ki durmuşum, çünkü bu tatilin en iyi ilk beş tecrübesinden birisi de burada yaşandı. Güzel insanlarla keyifli bir ortam ve enfes yerel lezzetler cenneti yeryüzüne getiriyor.
 



Bu arada farkına vardınız mı bilmiyorum ama Meza Potami bizdeki Mezapotamya demek. Baba Biritanica Tayfun'un açıklaması ile öğrendiğimiz üzere "iki nehir arasındaki yer" demek olan bu bölge çok verimli. Buranın sahibi olan eski denizci İannis (Yannis) arka bahçesinde yetiştirdiği sebzelerden muhteşem lezzetler sunuyor. Gerçi sunma ve yemek hazırlama işini eşi yapıyor ama İannis de Giritli bir filozof bence. Eski bir denizci olan İannis Venezüella'dan Japonya'ya kadar dünyayı dolaşmış. Şimdi ise restorantın arka bahçesinde organik olarak yetiştirdiği sebze ve meyvelerini konuklarına sunarak sade bir hayat yaşıyor ve asmalarla donattığı bahçesinin altında yol kenarında keyifli keyifli biralarını deviriyor. Kendisini Yunanlı olmaktan çok Giritli olarak tanımlayan birisi. Uzun uzun anlatmayayım ama muhabbeti çok hoş.


Kendisi ile muhabbet ederken eşi de masayı donatıyordu. Önce zeytinyağı ve ekmekler geldi ve işte o an ziyafet başladı. Zeytinyağı zaten Girit'in her yerinde lezzetli ama ekmek tamamen sıradışı idi. Ardından Yunan salatamız, caciki, dolmaki, kabak çiçeği ve taze fasuli masaya teşrif ettiler. Bu sırada arka fonda çalan rum müziğini dinlerken kendimi Trabzon'da hissettim. Tulumun eşlik ettiği harika yerel müzik hakkında bilgi almak istedim ama detay alamadım. İsmi Mezapotamya olan bu bölgede karadeniz tulumu eşliğinde dinlediğim müzik ortak geçmişe yönelik hikayeleri öğrenme, dinleme iştahımı kamçıladı. Yemeğin sonunda gelen karpuzlar ise, kayınvalidemin resimlerden görerek belirttiği üzere tam organikmiş. Bilseydim karpuz çekirdeklerinden getirirdim. Yeşillikler içinde ve serin bir ortamda tattığımız bu leziz ürünlerin üzerine bir iki saat şekerleme yapmak harika olurdu ama damağımızda kalan bu tatlarla biz yolumuza koyulduk.    

Agios Nikolaos
Sonunda 17:00 sularında Ag.Nikolaos'a ulaştık. Bodrum merkezi gibi hareketli olan adanın en hoş tatil beldelerinden birisi. Araçlarımızla merkeze ilerlerken gördüğümüz denizin rengi inanılmaz. Belirtmek isterim ki Girit'in her noktasında denizin suyu muhteşem ve istediğiniz yerden denize girebilirsiniz. Herhangi bir Giritli'ye popüler plajları sorduğunuzda size dünyaca ünlü kumsalları ve içinde tesisi olan yerleri öneriyorlar ama denizin suyu her yerde kaliteli, yol kenarında durarak girebilirsiniz. Araçlarımızla şehir merkezindeki limana kadar yaptığımız kısa yolculuk ardından sıra serinlemeye geldi. Bunun için Ammoudara Halk Plajı'na çektik araçları. Halk plajı dediğimde sakın aklınıza Türkiye'deki halk plajları gelmesin, alakası yok. Her şeyden önce Girit'te kalabalık diye bir olay görmedim. Bu yüzden doğal güzellik bozulmamış ve anlamsız inşaat enflasyonu göremiyorsunuz.  Halk plajı da bu güzellikten payını almış. Serin Ege sularında serinlememiz ardından uzandığımız şezlonglarda en az birer saat kestirmişiz ki uyandığımızda saat 19:30'a geliyordu. Ag. Nikolaos'a zaman kalmadığı için hemen toparlanıp akşam yemeği için rotamızı kuzeye önce Elounta'ya oradan da Plaka'ya çevirdik.

Elounta:
Elounta tam resimlik, Mirabello Körfezi'ndeki keyifli bir tatil beldesi. Venedik etkisi kendisini hissettiyor. Burayı gördüğümüzde, tekrar Girit'e gelirsek, Kandiye'de kalmak yerine geceyi burada geçirmenin daha güzel olacağına karar verdik.  Buranın kuzeyinde, tıpkı Ayvalık'a bir yol ile bağlanmış olan, Spinalonga Adası bulunmakta. Bu ada 1950'li yıllara kadar cüzamlıların barındırıldığı bir yer olmuş. Saat geç olduğu için tekne ile gezmek istediğimiz bu adayı uzaktan seyretmekle yetindik.


 
Plaka:
Elounta'nın 5 km kuzeyinde olan Plaka'yı, otelimizdeki Bodrum göçmeni Kostas önermişti. En iyi balığın Plaka'da yenilebileceğini söyleyen Kostas, Elounta ve Plaka arasındaki restorantlarda on yıla yakın çalışmış. İlk başta yönlendirdiği yerlerden komisyon aldığından şüphelendiğimiz Kostas'ın önerilerinin yerinde ve hesaplarında makul olduğunu görünce sorgusuz sualsiz denemeye karar verdik. Küçük bir köy olan bu eşsiz ve huzur dolu Plaka'ya güneş battıktan sonra vardığımız için cırcır böceklerinin rahatsız edici sesini duyamadım. Eğer hep böyleyse mutlaka burada bir gece kalmanızı öneririm. Bu balıkçı köyünde kıyıya sıralanmış tavernalarda cebinize ve ağzınıza layık bir şeyler bulacağınıza şüphem yok. Bu arada belirtmeliyim ki Kostas'ın önerdiği Taverna Giorgos / Giovanni idi ve fiyatları diğerlerine göre yüksekti. Zaten menüsünü incelerken Lady Gaga'dan tutun da ünlü futbolculara kadar popüler yıldızların burada misafir olduğunu görünce Kostas'ın önerisinin birkez daha yerinde olduğunu teyit etmiş olduk.





Keyifli akşam yemeğimizi deniz kıyısında Spinalonga'ya karşı yiyerek saat 23:30'da Kandiye'ye doğru yola çıktık

Üçüncü Gün

Hora Sfakia ve Loutro 
Tayfun ve İdil ile vedalaşarak yolculuğumuzun üçüncü günü kalacağımız Hanya'nın güneyindeki sevimli bir Girit balıkçı köyü olan Loutro'ya doğru yola çıktık. Araba ile ulaşımın olmadığı bu tatil beldesi için Ag.Varvara, Timbaki, Spili üzerinden Hora Sfakia'ya varmayı planladık. Ancak Aegeon Havayolları'nın uçağındaki dergide gördüğüm ve adının Agios Pavlus olduğunu öğrendiğim muhteşem koyun yol üzerinde olduğunu öğrenince yolumuzu bir saat uzatacak bir kaçamak ile istikameti güneye çevirdim. Yine heybetli dağlara tırmanış ardından indiğimiz bu sevimli küçük köyde kumsal ve deniz güzeldi ama dergide gördüğüm yer orası değildi.



Daha sonra haritada dikkatli inceleme yaparken aynı isimle adanın güney batısında başka bir koy olduğunu gördüm. Emin olmamak ile birlikte Loutro'nun batısındaki muhteşem koylardan birisi olduğunu tahmin ederek görebilmek hayali ile yola devam ettik.
Bir saate yakın bir yolculuk ardından Sfakia'ya vardık. Yakın zamana kadar dış dünyadan kopuk yaşayan Sfakia köyünün halkı tarih boyunca kendi kendine yeterlilikleri ve bireyciliklerinin yanı sıra kan davaları ile nam salmış. Akşam 17:00 sularında vardığımız Sfakia'da arabalarımızı park ederek bavullarımızı alarak 17:30'daki tekneye bindik.



Yaklaşık 20 dakikalık bir yolculuk sonunda geldiğimiz sevimli Loutro rüzgar almayan koyu ve muhteşem denizi ile beklentilerimizi boşa çıkarmadı. Odalarımıza yerleşmemiz ardından soluğu hemen denizde aldık. Sınırlı sayıdaki binaları ile sınırlı sayıda konaklama imkanı olan bu küçük Girit köyü kafa dinlemek isteyenler için mükemmel bir tercih. Ayrıca belirtmeliyim ki, buradan diğer koylara tekne ile seferler var. Bizim gitmeye zamanımızın olmadığı Marmara Beach, Ag. Roumeli koylarına ve tatlı su kaynağına olan turları mutlaka öneririm. Bu muhteşem doğal güzelliği olan tatil beldesinin bizce tek eksiği yemekleri ve restaurantların servis kalitesi idi. Yine de burada 2-3 gece geçirmeyi isterdim.



 
Dördüncü Gün:
Sabah denizimize girdik, kahvaltımızı yaptık ve saat 13:30 teknesi ile Sfakia'ya doğru yola çıktık. Güneşin altında parka bıraktığımız ve sıcaktan direksiyonunu tutamadığımız araçlarımızı serinlettikten sonra rotamızı Hanya'ya çevirdik. Yola çıktıktan bir saat kadar sonra heybetli dağların arasında kıvrılan ıssız yollarda giderken gördüğümüz "Military War Museum" tabelası dikkatimizi çekti. Yüksek bir rakımda yeralan ve bir kaç haneli bir köyün içini gösteren tabelayı şüphe ile takip ederek vardığımız "müzeleştirilmiş evi" görünce az kaldı inmekten vazgeçiyorduk. Giriş ücreti de yazmayan bir köy evinin bahçesindeki uçaksavar ve bombalara bakarken içerden iki turistle çıkan 55 yaşındaki Dimitri dinamik bir şekilde bizi içeri davet etti. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar tarafından işgal edilen adada partizan olarak savaşan babası tarafından toplanan askeri malzemelerden oluşturulan bu kişisel müze takdire değer. Yarım saat kalığımız müzede bize rakı ve kraker ikram eden Dimitri ile vedalaşarak yola tekrar çıktık.


 
Hanya (Chania)
 
 
Akşam 17:30 sularında vardığımız Hanya'da önce otelimize yerleştik, biraz dinlendikten sonra 19:00 sularında Hanya merkeze doğru yola çıktık. Trafik yoğunluğunu en çok hissettiğimiz Hanya'da bulduğumuz park yeri eski Türk Mahallesi'nde deniz kenarında güzel bir noktada idi. Buradan tarihi limana doğru yaptığımız kısa bir yürüyüş ardından Hanya'nın surlar içinde yer alan eski şehrine vardık (Old City). Batan güneşe karşı Hanya limanındaki deniz feneri tam fotoğraflıktı.
 



Girit'in bence en muhteşem şehrine günün en güzel saatinde gelmek hoş bir zamanlama ile oldu. Anlatmakla bitmez ama Osmanlı'yı ve Venedik'i bu kadar bir arada yaşatan iki şehir vardır; birisi Rodos diğeri de Girit. Tarihi çok eskilere uzanan bu şehir, limanı ve deniz ticareti nedeniyle Minos Çağı'nın Kydonia diye anılan önemli bir şehriymiş. Hatta Kydonia sarayı bugün modern Hanya şehrinin altında yer alıyormuş. Zamanla Venedik, Araplar ve Osmanlılar tarafından fethedilen bu şehir tüm fatihlerinin izlerini taşımakta.  Bir zamanların kiliseleri Osmanlı zamanında camiye çevrilmiş, sonra Yunanlılar alınca tekrar kiliseye veya turistik bir binaya çevrilmiş. Camileri çıkardığınızda şehir ağırlıklı Venedik havası taşımakta. Ama 250 yıllık Osmanlı hakimiyetinin simgesi olan Küçük Hasan Camisi (nam-ı diğer Yeniçeri Camisi) ilginç kubbesi ile limanın tam kalbinde. Saat 19:30 sularında limandaki turistik restorantların ve barların önünden geçerek ulaştığımız bu eski caminin önündeki yöresel kıyafetler ile dans eden Giritlilerin bu gösterileri sanki kente yeni gelen bizleri karşılamak için organize edilmiş gibiydi.


Limanda hem çok sayıda lokanta hem de alışveriş dükkanı var. Lokantaların ve barların bir kısmı Venedik üslubunda inşa edilmiş binalarda faaliyet gösteriyor. Buna ilave olarak arka sokaklara dalarak yapacağınız turlar son derece keyifli. Biz ilk gece günün yorgunluğunu deniz kenarındaki turistik restaurantlardan birisinde çıkardık ama tavsiye edeceğim bir orijinallik yoktu. Gruptakiler alışveriş yaparken tek başıma dış surlarda yaptığım yürüyüş esnasında hemen surların dibinde rastladığım geleneksel Girit lokantalarını ertesi akşam için bir alternatif olarak hafızama kaydettim.      


Elafonisi Plajı:
Hanya'daki ilk günümüz ardından tüm günü Girit'in en muhteşem kumsalları için planladım. Deniz tatilini çok tercih etmesem de dünyaca ünlü olduğunu öğrendiğim iki plaj için ertesi sabah yola çıktık. İlki adanın batı tarafının güneyindeki ve Hanya'ya yaklaşık 1,5 saatlik mesafedeki Elefonisi kumsalı, diğeri ise bu kumsalın kuzeyindeki Falasarna plajı idi. Elafonisi'ye giderken yolda mola verdiğimiz ama ismini hatırlayamadığım aile çay bahçesi misali taverna soluklanmak için güzel bir tercih oldu. Araçlarımızı parkettiğimiz yerin üzerindeki asma dallarındaki üzümler, sodalarımızı yudumladığımız bahçedeki nar ağaçları ve limonlar tecrübe ettiğimiz o keyifli anları anılaştırmak ve paylaşmak için ilham verdi.




Tepedeki yakıcı güneşin altında saat 12:30 sularında kimine göre Yunanistan'ın en güzel plajı olan Elafonisi Plajına vardık. Çok kalabalık olan bu muhteşem plajın turkuaz renkli suları enfes ince açık sarı kumu ile doğal bir güzellik sunuyor. Kıyıdan 30-40 m'ye kadar ancak boynuza ulaşan bu keyifli plajda suların içinde saatlerce yürüyerek dolaşabiliyorsunuz. Doğal koruma alanı olan bu sahilin etrafında yapılaşma olmadığı için yakınlarda konaklama imkanı çok sınırlı. Buraya erken gelen bu sahilin tadını çıkartır. Saat 15:30'a kadar burada kaldık ama diğer plaja da gidecek olmamız nedeniyle kalbimiz burada kalarak yola çıktık.




Falasarna'ya yine inişli çıkışlı bir güzergah ardından yaklaşık bir saatlik bir yolculuğu takiben vardık. Uçsız bucaksız gibi görülen bu plaj boyunca üç farklı tesis bulunuyor. Ancak koca sahil boyunca etrafta görülen taş bina sayısı üç dört adedi geçmez. Tamamen doğa ile uyumlu bakir sayılabilecek plajlar. Falasarna Plajı'nda deniz daha dalgalıydı ama burasının da kumu ve suyunun rengi güzeldi. Yorucu araba yolculukları ardından terden ve yorgunluktan bitap düşmüş olan bedenlerimizi bu enfes sularda dirilttikten sonra soğuk birşeyler içerek dinlendirdik. Ardından Hanya'da Girit'e özgü keyifli bir şeyler yemek hayaliyle yola çıktık.  


Çok uzatmadan belirteyim ki, gezimizin en akılda kalan anılarından birisi de Hanya'da son akşam bulduğumuz lokanta ve yediklerimizdi. "To Xani" adındaki bu lokanta hemen yahudi sinagogu yanında yer alıyor. "Han" anlamına gelen bu açık hava restaurantına gittiğimizde masamıza işin üstadı karizmatik Dimitri geldi. Kendisine Türkiye'den geldiğimizi ve Girit'in meşhur mezelerini ve yerel lezzetlerini aradığımızı ama henüz bulamadığımızı söylediğimizde masanın donatım işini kendisine bırakmamızı, ikramı ve fiyatı abartmadan keyifli bir şekilde masadan kalkacağımızı garanti ederek rica etti. İyi ki de bırakmışız. Ortaya getirdiği başlangıç mezeleri ve farklı içerikli kuzu etleri tek kelimiyle enfesti. Prensip olarak yediğimizin içtiğimizin resimlerini koymadığım için sadece öneride bulunuyorum ve diyorum ki yolunuz Hanya'ya düşerse mutlaka buraya gidiniz.  (Adres: Parados Kondilaki Street, Venetian Old Port, Chania, Crete 731 00)  


 
Beşinci ve son günümüz:
Argropolis ve Melidoni Mağarası
Sabah uyandık ve kahvaltı ardından Rethimno'a (Resmo) doğru yola çıktık. Check-in saati olarak 13:00'e doğru denk gelecek şekilde acele etmeden yola çıktık. İlk durağımız, eşimin önerisi ile yol üzerindeki Argyropolis oldu. "Buz gibi pınarları ile yazın yakıcı ortamında serinlik sunan yeşillikler içinde bir yer" olduğunu okuduğumuz tanıtım yazısı ardından rotamızı buraya çevirdik. Özetle söyleyeyim bahsedilen yer çok küçük bir alan ama tok insanı bile açıktaracak güzellikte kuzu çevirmeler var. Zaten sonradan otelde görevli hanıma lokal ama güzel bir restaurant alternatifi sorduğumda burasının da ismini verdi.
 


Rethimno'ya vardığımızda saat 14:00 idi ve güneş tüm yakıcılığı ile tepemizdeydi. Kalenin yakınındaki ve polis karakolunun hemen yanındaki butik otelimize yerleştik. Bu sıcak altında ne yapacağımızı konuşurken ben eşimle birlikte araba ile çevre gezileri yapmaya, arkadaşlarımız da yakın güzel bir plaja gitmeye karar verdik. İstikametimizi Melidoni Köyü'ndeki Melidoni Mağarası'na çevirdik. Melidoni Mağarası denen ve Osmanlılarla alakası olan bu mağaraya yarım saatlik bir yolculuk ile vardık. Dağların tepesinde yüksek bir noktada olan bu mağaranın tarihi çok eskilere uzanmaktaymış. Ama asıl etkileyici hikayesi 1821'deki Yunan Bağımsızlık savaşı ardından bağımsızlık fikrinden etkilenen Girit'in gayri müslim unsurlarının da etkilenmesi ile ortaya çıkmış. Adanın farklı kesimlerinde başlayan ayaklanmalar ve silahlı direnişleri sert tedbirler ile bastırmak isteyen Osmanlı yönetimi, 1824 yılında ayaklanan Melidoni Köyü'ne gelmiş. Bunu duyan 370 kişilik köy halkı silahlı 30 direnişci asker ile bu mağaraya saklanmış. Ancak Osmanlılar teslim olmayı reddeden ve mağaradan çıkmayanları, mağara ağzında yaktıkları ateşin dumanını mağaraya vererek çıkmalarını sağlamak istemiş. Ancak mağaradan çıkmayı reddeden bu dört yüz kişinin tümü dumandan boğularak ölmüş. Bu olayın anısına da mağaranın dibinde temsili bir mezar koymuşlar.

Melidoni Mağarası gezimizi bitirdikten sonra önce Melidoni Köyü'ne birşeyler atıştırmaya indik. Klasik zeytinyağı, köy ekmeği, Yunan salatası, cacık ve yaprak sarması ardından ismi nedeniyle ilgimi çeken Agia Roumeli köyüne doğru yola çıktık. Anadolu'dan göçenlerin ikamet ettiğini düşündüğüm bu kasabada birilerini buluruz ve hikayeleri dinleriz niyetiyle geldiğimiz Agia Roumeli köyünde yine iletişim kurabilecek bilerini bulamadık ve elimiz boş şekilde döndük.

Rethimno



30.000 kişilik nüfusu ile Rethimno güzel kumlu sahillere ve iyi korunmuş bir tarihi eski kente (Old City) sahip önemli bir merkez. Venedikliler, aynı şekilde, burayı da Osmanlı ve müslüman korsanlara karşı sağlamlaştırılmış surlarla donatmış. Yetenekli tacir olan Venedikliler, kendi ülkelerindeki gibi etkileyici evler ve binalar yapmışlar, bu estetik anlayışı belli kent kapılarında da kendisini göstermiş. Osmanlılar zamanında ise çoğu yapı ve kilise camiye çevrilmiş. Bu arada öğrendik ki, eski şehirdeki evlerin bir çoğunun birbiri ile bağlantısı varmış. Halk arasındaki hikayelere göre Osmanlılar zamanında Türklerden kaçmak isteyen Giritlilerin bu ara sokaklardaki evlerden birisine girmesi yetermiş.
 
 Tarihi merkezdeki ilk ziyaretimizi otelimizin hemen yanıbaşındaki surların içindeki kaleye yaptık. Güneş batımının en güzel seyredilebileceği yerlerden olan surların içinde geçerken burada 250 yıl kalan ecdadımızı andık. Hemen belirteyim ki surların içinde muhteşem kubbesiyle duran Sultan İbrahim Camisi beni geçmişe götürdü. Şu anda boş olan ve minaresi yıkılmış olan bu caminin restore edilmesi çok hoş olurdu.
 
 
                                          Sultan İbrahim Camisi
                                                                         Sultan İbrahim Camisi

Rethimno'nun ara sokakları çok keyifli, hele akşam güneş batımını takiben serinleyen ortam insanın iştahını da açıyor. Akşam yemeği öncesinde çarşıda zaman geçirmek isteyen gruptan ayrılarak şehirdeki camileri görmek için hızlı bir tura çıktım. Restore edilmekte olan ve Belediye Konser Salonu olarak kullanılan Nerantzes Camisini, Paleontoloji Müzesi olarak hizmet veren Veli Paşa Camisini ve Kara Musa Paşa camilerini görebilirsiniz.
 
Son günümüzü taçlandırmak için de güzel bir restaurant aradık. Bizim tercihimiz Taverna Castello (www.castello-crete.com)  oldu. Leziz yerel yemekleri yiyebildiğimiz bu aile işletmesini öneririm, ambiansı çok güzel. Eğer daha az turistik ve tam yerel bir alternatif ararsanız size Meostrati Tavarna'yı (www.mesostrati-rethymno.com) önereceğim. Sazlı sözlü ortamın olduğu bu taverna da Rethimno'daki gecelerinizi keyifli kılacaktır  







Tatlı bir telaş içinde mümkün olduğunca fazla yer görmek ve hem denizin hem de Girit mutfağının tadına bakabilmek amacıyla 950 km yaptığımız Girit gezimiz oldukça keyifliydi. Notlarıma son vermeden önce bazı tavsiyelerde bulunmak isterim. Umarım bu yazdıklarım gezerken öğrenmek ve paylaşmak isteyenler için yararlı olur.

Tavsiyeler
  • Girit adası sadece Hanya ve Iraklion'dan ibaret değildir. Girit için 7 gün ayırmalısınız.
  • Turizm sezonu nisan-ekim ayları arasında. Mayıs, eylül, ekim ve hatta kasım ayları adayı ziyaret anlamında güzel olabilir.
  • Iraklion'da kalmanıza gerek yok, onun yerine Ag.Nikolaos'da veya Elounta'da kalın ve tüm doğu tarafını geziniz. Anadolu'dan göçenleri adanın doğusuna yerleştirmişler.
  • Loutro'da 2-3 gün kalırsanız muhteşem güney batı koylarını görme imkanınız olur (Marmara Beach, Roumeli Beach, Ag Pavlos)
  • Araç kiralayın ve kendiniz dolaşın, keşfedin. Yerel kişilerle iletişim kurun, bunun için zaman ayırın.
  • Bir de Türkiye'den gelirken buradaki kişilere hediye edebileceğiniz minik şeyler getirin, kafalarındaki olumsuz Türk imajının silinmesi için Sultan Süleyman'a yardım etmiş olursunuz.  
  • Çayı çok seviyorsanız yanınıza Türkiye'den çayınızı ve ince belli bardaklarınızı götürün.
  • Başta yoğurt ve peynirleri olmak üzere süt ürünleri çok başarılı. Sabah kahvaltısı ardından öğlenleri sadece bir sandviç ile geçiştirin ve akşamları geleneksel restorantları seçin. Burada gündüzleri sıcak olduğu için sosyalleşme 22:00'de başlıyor

Gezip, görmeniz, öğrenmeniz ve paylaşmanız dileklerimle.