9 Şubat 2015 Pazartesi


Lizbon & Porto & Obidos & Fatima

Aylar öncesinde 2014'e veda ederken görmeyi planladığım Lizbon ve Porto'yu, bir gün farkla ancak yeni yılın (2015) ilk üç gününde görebildim. Yaşlı kıtanın en batısındaki bu küçük ülke, kabına sığamamış maceracı insanların ülkesi Portekiz, tarih dolu geçmişi ile kucakladı bizi. Vasco da Gama, Macellan, Bartolomeu Dias gibi ünlü denizciler yetiştiren ve Keşifler Çağı'na öncülük eden bir zamanların denizlere hakim olan refah ve bolluk ülkesi Portekiz ayrıca dünyanın en uzun süre devlet başkanlığını yapmış Antonio Salazar'ın da ülkesi. "3 F" formülü (Futbol, Fado ve Fatima) ile ülkesini uzun yıllar yöneten Salazar'ın izlediği denge politikası ile Portekiz'i İkinci Dünya Savaşı'na sokmamayı başarması, tarihi bozulmamış olan bu şehirleri en yalın şekilde görmenizi sağlıyor. Avrupa'nın üçüncü cumhuriyeti olan ve şarapları ile de ün salmış Portekiz'in bu iki tarihi şehri Lizbon ve Porto'ya yaptığımız hızlandırılmış gezimizin notlarını beğeninize sunuyorum.




Yola Çıkış

01.01.2015'de, THY 12:25 uçağı ile başlayan yolculuğum yaklaşık 4 saat süren bir uçuş ardından, bize göre iki saat geride olan, güneşli bir Lizbon öğleninde saat 15:00 gibi nihayetlendi. İstanbul'un kışını bırakarak geldiğim Lizbon'da ilk işim üzerimdeki fazlalıklardan kurtulmak oldu. Havalimanından bindiğim taksi ile yaklaşık 15-20 dakikalık bir yolculuk sonrası, bir gün önce gelen eşim ve arkadaşlarımla yerel saat ile 16:00'da buluştuk. (www.booking.com "Garrett 46 Apartments").

Lizbon

İstanbul gibi yedi tepeli olan Lizbon ziyaret edilmesi gereken dört merkezden oluşuyor; 1755'deki Büyük Deprem'den önce şehrin 18.yy'daki merkezi olan "Baixa", her iki yanındaki dar caddeleri ile "Alfama" ve "Bairo Altove" ve Keşifler Çağı'nın simgesi olan "Belem".

 
Çay ve kahve eşliğinde yaptığımız hafif atıştırma ardından yönümüzü 10 dakika mesafedeki Praço de Commerça'da çevirdik.


 
Bir gün önceki yılbaşı kutlamalarında havai fişek gösterilerinin yapıldığını öğrendiğim bu meydan dört asır boyunca Portekiz Kraliyet Sarayı'nın hemen arkasında yer alıyormuş. 1755'deki büyük deprem ve ardından çıkan yangın ve sel sonucu büyük zarar görmüş.
 
 
Marques de Pombal tarafından yenilenen bu meydanın tam ortasında I. Jose'nin, 1775 yılında dikilmiş ve ayaklarının altındaki yılanları ezen atının üzerindeki bronz heykeli var. Tejo Nehri'ne doğru bakan I.Jose'nin bu heykeli depremden sonra yeniden inşa edilen Lizbon'un ilk önemli anıtlarından birisi.


Lizbon'daki ilk saatlerimin heyecanı ile gözlemlerime başladığımda kendimi tanıdık bir ortamda hissettim. Geniş meydan ve binaları dikkate almazsanız, esmer, bıyıklı erkek ve emekli formatındaki yaşlı insanları gördüğümde İstanbul'u hissetmeye başlamıştım ki, bu meydanın Tejo Nehri'nin kıyısından karşı yakasına bakarken hemen yanı başımdaki kestane satıcısından gelen közde kestanenin kokusu ile Eminönü'nde olduğum hissine kapıldım. 

Yeni yılın ilk gününün tatil olması nedeniyle çoğu dükkan kapalıydı. Akşam güneşinin ısıttığı bu meydanda dolaşırken montumun fermuarını açmama rağmen gölgede hissedilen düşük sıcaklık bu havaya aldanmamam için bir uyarı gibiydi. 

İlk iş olarak açık olan turizm bürosundan şehir haritası, birkaç broşür ve araç kiralama firmalarına ait doküman aldık. Ardından istikametimizi, Lizbon merkezinin batısında kalan Belen'e çevirdik. Trafik nedeniyle 15 dakikalık bir bekleme ardından bindiğimiz tramvay ile 20 dakikada Belen'e ulaştık.

BELEM
Belem durağında indikten hemen sonra "ilk iş" olarak ünlü Belem pastasını tatmak istedik. Lizbon'un en önemli lezzetlerinden olan sıcak kremalı ve tarçınlı bu tatlıyı tatmak için Jeronimos Manastırı'na 200 m. mesafedeki ünlü pastane "Antiga Pastelaria de Belem"e gitmemiz gerektiğini öğrenmiştim. Tramvay ile gelirken, önündeki uzun sıradan, doğru yerde olduğumuzu anladık.


Sırada on dakikalık bir bekleme ardından tattığımız hafif, şerbetli, sıcak kremalı ve tarçınlı bu lezzeti beğendik ama şahsen bu lezzete, zengin bir lezzet kültürüne sahip olan bir ülkenin vatandaşı olarak 10 üzerinden "7" verdim.
 
Bu lezzetin hikayesi bence kendisinden daha özel. Şöyle ki, eski dönemlerde rahipler, yaptıkları şarapları tortularından arındırabilmek için yumurtanın akını kullanırlarmış. Ellerinde bolca kalan sarıları değerlendirmek için de kendilerini tatlı işine vermişler ve bu özel pasteis ortaya çıkmış. 1854 yılında bütün manastırlar kapatılınca işsiz kalan rahipler de pastacılık yapmaya başlamışlar. Rivayet o ki, o günlerden gelen pasteis formülü halen özenle saklanırmış ve sadece üç kişi bilirmiş. Her sabah bir odaya kapanarak özel bir hamur ile kremayı hazırlıyorlarmış, ardından da pastanenin diğer çalışanları da kendilerine teslim edilen hamuru pişiriyorlarmış.  

 
Adını, İsrail'de, Hz İsa'nın doğum yeri olan Betlehem (Beytüllahim) şehrinden alan Belem, Portekiz'in keşifler döneminin başlangıcı olan muhteşem 15.yy'ın simgesi gibi. Yola çıkan ilk gemiler Belem'den yola çıkarmış. Bu seferler sonucunda keşfedilen yerlerden getirilen kıymetli madenler ile oluşan zenginlik ve denizlerdeki hakimiyetin yansıması Belem'deki yapılarda kendisini fazlasıyla hissettirmekte. Muhteşem Jeronimo Manastırı, İmparatorluk Meydanı (Praço de Imperio), Arkeoloji Müzesi, Denizcilik Müzesi, Belem Sarayı, Araba Müzesi, Kaşifler Anıtı, Belem Kulesi bu küçük yüzölçümlü ülkenin bir zamanlar dünya denizlerine hakimiyetinin göstergeleri gibi.   

Kaşifler Anıtı ( Padrao Dos Descobrimentos)
1960 yılında açılan bu anıt Denizci Henry'nin 500. Ölüm Yılı için yapılmış. 52 m yüksekliğindeki bu anıtın tepesinde elinde karavel tutarak uzak ufuklara bakan Denizci Henry ve hemen ardında da V.Alfonso, Gaspar Costa Real, Diego Gomes, Pedro Alvares Cabral, Bartolomeu Dias, Macellan, Vasco da Gama gibi denizciler, bilim ve din adamları yer almakta.




Belem Kulesi:
1521 yılında inşa edilen bu kule, denizlere açılmak üzere gelen kaptanlara mühürlü sefer emirlerinin verildiği yermiş.  Sefer emirlerini alan kaptanlar, bu zarfların mühürlerini ancak denizlere açıldıktan sonra açarlarmış ve gidecekleri güzergahı öğrenirlermiş. 1755 yılındaki büyük depremde esas yerinden 200 m kayarak denizin içine oturan bu yapı ancak deniz doldurularak karayla tekrar birleştirilmiş.
 

 Jeronimos Manastırı:
I. Manuel tarafından 1495-1521 yılları arasında inşa edilen 300 m cephe uzunluğuna sahip bu yapının inşaatı 150 yıl sürmüş. Bu müthiş yapının inşaat masraflarının finansmanı da baharat ticaretinden "karabiber parası" adıyla toplanan vergilerden sağlanmış. Tüm denizciler sefere çıkmadan önce ve sefer dönüşünde bu manastırda dua ederlermiş. Vasco Da Gama'nın kemikleri de bu manastırda gömülmüş.


 


Denizcilik Müzesi (Museu Da Marinha):
1863 yılında yapımına başlanmış bu yapıda Portekiz'in denizlerdeki hakimiyetinin kahramanlarının tarihleri ve deniz gücü sergilenmekte.  İlk gün zamanımız kalmadığı için burayı göremeyeceğimi umuyordum ama son gün Porto dönüşü uğrayarak bir saatlik bir zaman yaratarak görebildim. Buraya ait resimleri son güne ait gözlemlerimin olduğu aşağı bölümlerde görebilirsiniz.
 
Güneşin batması ve zaman sıkışıklığı nedeniyle Belen tarafındaki gezimizi bitirerek istikametimizi Alfama'ya çevirdik. Dönüş yolunda bindiğimiz taksinin şoförü ile ben yarı İtalyanca, o ise İspanyolca ve Portekizce konuşarak hem futbol hem siyaset muhabbeti yapmayı başardık. Son zamanlarda Türk turistlerin burayı artan şekilde ziyaret etmeye başladıklarını da öğrenmiş olduk.  

ALFAMA
MS 714 yılından itibaren Arapların hakimiyetinde kalan bu bölgenin adı Arapça'da "sıcak su çeşmesi" anlamına gelen Al-Hama'dan geliyormuş. 1755'deki depremde şehrin en sağlam kalan yeri burasıymış. Şarkıcıların ve şairlerin yaşadığı yer olan Alfama Fado'nun doğduğu yer olduğu kabul ediliyor.


   

 
Fado Keşifler Çağı'nda uzun deniz yolculuklarına çıkıp da geri dönmeyen denizciler için kadınlar tarafından söylenen bir tür ağıt. 18.yy'dan sonra gitar eşliğinde Lizbon eğlence mekanlarında dinlenmeye başlanan fado daha sonra Alfama'nın dar sokaklarındaki tavernalarda ve batakhanelerinde de yaygınlaşmış. İlerleyen dönemlerde Arap ezgileriyle de bütünleşen Fado flüt ve klarnet gibi enstrümanları da kapsamış. İspanyolların flamenkosuna ve Arjantinlilerin tangosuna da benzeyen fado özlemi, karşılıksız aşkı, aşklarını unutmayanları anlatırmış. 1932-74 yılları arasında iktidarı elinde tutan Salazar'ın ülkeyi yönetirken en önem verdiği 3F formülünden birisi olmuş. Eğer bir fado cd'si almak isterseniz ülkenin efsane şarkıcısı Amelia Rodriguez önerilmekte.


 
Güneşin batması ile Alfama'nın büyük bir sessizlik içindeki tarihi dar sokaklarını arşınlamaya devam ettik. Yeni yılın ilk günü olsa da gerek akşam olması gerekse havanın soğuması nedeniyle turistler dışında pek kimseleri göremedik. Akşam yemeğimizi keyifli bir aile lokantası olan "Fumeiro"da yedik. Çok aç olmamız nedeniyle önce lezzetli bir çorba ile başladık. Bu sırada masaya gelen taze ekmek, tereyağı ve peynirler süperdi. Zaten bunlarla insan doyuyor. Balık geldiğinde ise yiyecek takatimiz kalmamıştı ama balık olarak menülerde standart olan Bacalhau yani morina balığı ile levrek arasında ilkini tercih ettiğimiz için doymuş olsak da yedik.



Akşam yemeği ardından Lizbon sokaklarında yaptığımız yaklaşık bir saatlik yürüyüş ardından otelimize geri döndük. Benim açımdan bir gün bile sürmeyen Lizbon maceram bu şekilde sona ermiş oldu. Benden bir gün önce gelen eşim ve arkadaşlarım yılbaşı kutlamalarının yapıldığı meydanın dışında kaldığımız apartmana yakın yerleri görebilmişler. Bugünü ise Lizbon dışındaki Sintra turuna katılarak geçirmişler. Yani Lizbon'u, onlar da benim kadar tecrübe etmişler diyebilirim.

Mevsimin kış olması nedeniyle etrafta çok canlılık gözlemleyemediğim Lizbon'u görmek isterseniz baharda gelmenizi öneririm.  



2 Ocak 2015 - Cuma
Sabah erkenden Porto'ya yola çıkmak için kalktık. Ancak nasıl gitmemiz gerektiği konusunda bir ön hazırlık yapmamıştım, yapamamıştım. Nasıl olsa bir araç kiralarız varsayımı ile erkenden kalkarak eşyalarımızı toparladık. Apartmanda kaldığımız için kahvaltıyı evde yapacaktık. Bir gece öncesinden arkadaşlarımızın dairesinde kahvaltı yapacağımızı kararlaştırmıştık ancak böyle lezzetli bir kahvaltıyı hiç tahmin etmemiştim. Lusin, her zamanki müthiş organizasyon becerisi ile bize mükellef bir sabah kahvaltısı hazırladı. Bir yandan kahvaltımızı yaparken bir yandan da I-Pad üzerinden ulaşım alternatiflerini inceliyorduk. Sonunda en garantili yolun havalimanına gidererek oradaki firmalardan kiralamak olduğu konusunda mutabık kalarak bavullarımızı alıp taksi ile havalimanına doğru yola çıktık. Uluslararası ve yerel araç kiralama firmalarının bulunduğu havalimanında yaklaşık 20 dakikalık bir görüşme sonunda bir araç bulduk ve pazar günü saat 13:00 gibi iade etmek üzere kiralama işlemini tamamladık.
 
 

OBİDOS
Yola çıkmadan önce, 320 km olan Lizbon - Porto arasının araba ile yaklaşık 3,5-4 saat sürdüğünü öğrenmiştim.  Bu hesaplama ile Lizbon'dan yola çıkarak yolda uğrayabileceğimiz yerleri tespiti ettik. Buna göre üç alternatif vardı; 1) Obidos 2) Batalha 3) Fatima. Nerede ne kadar zaman geçirebileceğimizi bilemeden güneşli bir Lizbon sabahı saat 10:30  gibi yola koyulduk.

Saat 12:00'de ilk durağımız olan Obidos'a vardık. Otoban üzerinden gelirken gördüğümüz hafif bir yükselti üzerinde kurulu ve etrafı surlarla çevrili bu turistik yerin Portekiz'in "Yedi Harikası'ndan birisi" olduğunu öğrendik. Burası 1282 yılında Aragonlu Isabel ile evlenen Kral Dinis tarafından kraliçeye düğün hediyesi olarak verilmiş.
 
 
 
 Bu tarihi eski kente girdikten sonra surlar üzerinde yaptığımız yaklaşık 15 dakikalık bir tur ardından merdivenlerden inerek St James Kilisesi'ne vardık. İçeri girdiğimizde her tarafın kitaplarla çevrili olduğunu görünce kısa bir şaşkınlık yaşadık. Kütüphaneye çevrilmiş olan bu eski kilisede oturup saatlerce kitap okuyasım ve koltuklardan birinde uzun uzun keyif yapasım geldi. Bir de Portekizce bilseydim, iyi olurdu.
 
 
 Kilisenin hemen önünde kurulan sevimli büfede çikolata ile ikram edilen yöresel vişne liköründen minik birer kadehi kilise merdivenlerinde yudumlarken tepemizdeki güneş ile de içimizi ısıttık.    
 

Beyaz evleri ve parke taşlı sokakları ile son derece keyifli olan Obidos yılın ilk günü hem yerli hem de yabancı turistlerle doluydu. Şansımıza havanın da güneşli olması sayesinde renkli Obidos'ta iki keyifli saat geçirdik.
 




FATİMA

Obidos'ta planladığımızdan bir saat fazla kaldığımız için, akşam Porto'ya gecikmeden gitmek üzere, istikametimizi doğrudan Fatima'ya çevirdik ve Unesco Dünya Kültür Mirası Listesi'nde yeralan Batalha'yı bir sonraki ziyaretimize bıraktık.

 Hıristiyanlığın hac merkezlerinden birisi olarak kabul edilen Fatima önemli bir turistik merkez olmuş. Her yılın 13 Mayıs günü yüz binlerin toplandığını Fatima'nın hikayesi ise şöyle;

13 Mayıs 1917'de üç küçük çoban koyunlarını otlattıktan sonra, ellerinde dua tespihleri ile, bugünkü büyük bazilikanın bulunduğu Cova İria'da, oynuyorlarmış. Aniden çok güçlü bir ışık içinde bir kadın kendilerine "daha çok dua etmelerini" söylemiş. 10, 9 ve 7 yaşlarında olan bu 3 çocuk, kadının kendilerine tembih ettiği üzere her ayın 13. günü aynı yere dua etmeye gitmeye başlamışlar. Durumu öğrenen kasabanın ileri gelenleri çocukların ağustos ayındaki buluşmaya gitmelerine engel olmak için onları alıkoymuşlar. Geciken bu buluşma ancak 19 Ağustos günü, kendilerine eşlik eden 70.000 kişinin önünde gerçekleşmiş. Kendisinin "La Dame de Rosaire" olduğunu belirten kadın, tüm gelenlere, ilk göründüğü yerde mucizelerin gerçekleşeceği bir kilise yapmalarını istemiş. Bu buluşmanın gerçekleştiği ilk dakikalarda da ilk mucize görülmüş ve şekil değiştiren güneş tekerleğe benzeyerek dünyaya yaklaşmış. Fatima'nın sırlarının üç tane olduğu söyleniyor. İlki II.Dünya Savaşı'nın çıkması, ikincisi Papa'nın suikasta uğramasıymış. Üçüncü sırrın ne olduğu veya bilinse de kimde saklı olduğu bilinmiyor.

   


 
 
 
Vatikan'a benzeyen bu büyük ve geniş mabete ziyarete gelen yerli ve yabancı turistler Fatima için ciddi bir ekonomik kaynak yaratmakta. Uzakdoğu'dan gelenler dahil, kimi turistlerin dizlerinin üzerinde yaklaşık 150-200 m'lik bir istikameti kat ederek dua ettiklerini görmek oldukça ilgi çekiciydi. Bu çilekeş dizüstü yürüyüşü ardından dua eden insanlara biz de katıldık. Sonunda hepimiz aynı Tanrı'ya inanıyoruz.

Dualarımız ardından sıra dileklerimiz için mum yakmaya geldi. Bunun için oldukça geniş bir fırın yapmışlar. Dua ettiğimiz yarı açık ibadet yerinin hemen yanı başında yer alan bu fırınlarda gürül gürül ateş yanıyor. Yaklaştığınızda yüzünüzde ateşi hissedebiliyorsunuz ve elimde mumla yaklaştığımda cehennem ateşini hissettirdi. Elimdeki mumu dikemeden doğrudan ateşin içine fırlattım. Sanırım buradaki seremoninin özelliği bu şekilde oluyor çünkü tüm ziyaretçiler 10 cm'den 50 cm'e kadar farklı uzunluk ve kalınlıktaki mumları doğrudan ateşe atıyorlar, sanki odun atar gibi.

Bu arada belirtmem gerekir ki boyutlarına göre fiyatlandırılmış mumlar kilise için bir tür gelir kaynağı.  Akıllıca düşünülmüş...



Bu manevi ortamdaki gözlemlerimiz, güneşin kendisini saklayan güneşin soğuttuğu hava ile sona erdi. Porto'da kalacağımız evin anahtarını alacağımız arkadaşı bekletmemek adına tekrar yola koyulduk.

Yaklaşık 1,5 saatlik bir yolculuk ardından tam 18:00'de Porto'ya vardık. Anahtarlarımızı almak ve aracımızı park etmek üzere bizi bekleyen hanım ile buluştuk. Kayıt işlemleri ardından yolun hemen karşı sokağındaki son derece estetik, yüksek tavanlı, taştan yapılmış odaları barındıran 250 yıllık bir binaya geldik. Giriş kapısından tutun da merdivenlerine kadar tarihi ve estetik olan bu binanın şarap ticareti ile uğraşan İngiliz tacirler tarafından kendilerinin ikametgahı olarak yaptırıldığını öğrendik.

Belirtmemiz gerekir ki bu odaların tek kusuru kışın ısınmaması çünkü kaloriferleri yok. Yazın, taş ev olması nedeniyle içerisini serin tutan bu evler, kışın ısınmıyor. Görevli hanımın bıraktığı iki adet ısıtıcıya rağmen bu yüksek tavanlı odanın ısınması mümkün olmadı ama banyo için bıraktığımız bir ısıtıcı sabaha kadar çalıştı ve en azından banyoyu ısıtabildik. Baharda veya yazın geldiğinizde mutlaka kalmanızı önereceğim bu evleri kış gezinizde tavsiye etmiyoruz. Neyse bu konuya takılmadan biz Porto'daki ilk gecemize bakalım.





Saat 19:00 itibariyle kendimizi dışarı attık. Yolda gelirken büyükçe bir köprüden geçerek geldiğimiz için nehre yakın olduğumuzu biliyorduk ama rotamızı önce Özgürlük Meydanı'na (Praça de Liberdade) oradan da Belediye Sarayı'na (Camara Municipal do Porto) çevirdik. Kaldığımız ev Rua das Flores sokağının başında idi. Yukarı yani merkeze doğru bu sokak boyunca yaptığımız on dakikalık yürüyüş, bu sokağın dükkanları ile popüler bir sokak olduğunu doğruladı. Bazı binaların dış cepheleri renkli fayans olan azulejoslarla kaplanmıştı. Sonradan öğrendik ki Douro Nehri'nin iki yanındaki tepelerde kurulu Porto'nun tarihi evlerini rutubete karşı korumak için hem etkin hem de estetik bir önlenmiş bu renkli fayanslar.
 



Meydana çıkınca karşılaştığımız büyükçe yapının Sao Bento İstasyonu olduğunu içine girince anladık. Çok anlatmaya gerek yok, resimler bir fikir verir sanırım. Son derece orijinal bir ortam. 

 
 


İstasyona beş dakika mesafedeki Özgürlük Meydanı iki gün önceki kutlamaların izini taşımaktaydı. Işıklı meydanın ortasına ilerleyerek karşımıza dikilen heybetli Belediye Sarayı'na doğru yaptığımız yürüyüş ardından yanımızda getirdiğimiz şampanyayı açarak anın tadını çıkardık ve yeni yolculuklar için sağlık ve bereket dileklerimizi gökyüzüne ilettik.

 
 
 
 
 


Porto (yerel dilde Oporto) Hakkında

Romalılar tarafından kurulan şehir MS 6. yy.da Arapların eline geçmiş. 11. yy.da Kral Leon tarafından geri alınan Porto 17. yy'dan itibaren İngiltere ve Avrupa ülkeleri arasında gelişen ticari ilişkiler sayesinde tersane ve gemi yapımcılığı anlamında önemli bir merkez olmuş. Kaşifler Çağı ile şehrin nüfusunu denizciler ve askerler oluşturmuş. Böyle bir tarihi geçmişe sahip Porto'nun her hangi bir yıkıma uğramamış olması büyük bir şans. 2001 yılında da UNESCO Dünya Mirası içinde yer alan şehir Avrupa Kültür Başkenti seçilmiş.


 

Porto'da Görülecek Yerler

Ertesi gün gündüz gözüyle ilk keşfimizi yine merkeze doğru yapıp öğleden sonra nehri ve diğer yakasını hedefledik.

Torres dos Clerigos:  Şehrin en yüksek yapısı olan bu eser 18.yy'da İtalyan mimar Niccolo Nasoni tarafından yapılmış. Şehrin panoramik manzarası için belli bir ücret karşılığında tırmanabilirsiniz.
 

Sao Francisco: Yapımına 1300 yılında başlanan bu Gotik Kilise'nin içi 18 yy Barok özellikleri ile öne çıkıyor. Özellikle 200 kg altın kullanılan iç tasarımının en özel parçası Aziz Fransis'in İsa Ağacı (Tree of Jesse). Mutlaka görünüz.





Livreria Leelo: Ruo Carmo üzerindeki bu kitapçı çok orijinal bir ahşap iç tasarıma sahip. Yabancı dilde kitap zenginliği açısından zayıf olsa da görülmesi gereken bir yer. Ancak kesinlikle fotoğraf çektirmiyorlar.

 


Mercado de Bolhoao: Porto'nun halk pazarı.

 
 


Palacioda Bolsa (Borsa Sarayı): Burası için mutlaka girin dediler ama öncelik rehberli tur saatini kaçırdığımız için fırsat bulamadık. Resimlerden gördüğüm kadarıyla gidilmişken görülmesi gereken bir yer.

 


R. Cais Riberia Sokağı: Nehrin kenarındaki yer alan bu turistik cadde renkli binalar ve balkonları ile keyifli restauranları barındırmakta. Yılbaşında İstanbul soğuk ile boğuşurken biz Porto'nun öğle güneşinde evcilleşmiş martılarla yemeğimizi yiyorduk.

 
 
 


Porto Şarapları: Porto'ya gelmeden önce şaraplarının çok meşhur olduğu konusunda bilgim vardı. Hiç denememiş olduğum için Porto'daki ilk ve son tam günümüzün öğleden sonrasını Porto'nun diğer kıyısında yer alan şarap üreticilerinin depolama ve tadım merkezlerinde geçirmek istedik. Karşı tarafa geçerken Dom Luis Köprüsü'nü arşınlamak sanki Boğaziçi Köprüsü'nü geçiyormuşum hissini uyandırdı. Porto gezimden hafızamda kalan en baskın anlardan birisi nedense bu köprüyü geçerken aldığım keyifli andı.






Köprünün diğer ucundaki teleferiğe binerek vardığımız karşı yaka şarap üreticilerinin yoğun olarak bulunduğu mahallelerden oluşmaktaydı. Ev sahibi hanımın önerisi ile Ferreira Şarap Tesisi'ne gittik.


 


Belli bir tarifeye göre ödeme yaparak girilen bu turlardan biz sadece 2 kadeh farklı şarap deneyeceğimiz 45 dakikalık klasik turdan satın alarak Porto şaraplarının tarihçesini, yapım özelliklerini, depolama şeklini ve sonunda da tatlarını öğrenmiş olduk. Özetle belirtmem gerekirse Porto şaraplarının tümü tatlı ve kesinlikle yemek şarabı değil, masa şarabı. Yani yemeklerden önce veya sonra sindirim için tercih edilen bir şarap türü. Şekerli olmasının nedeni de şöyle anlatılıyor: Zengin Portekiz bağlarından toplanarak yapılan şarapların İngiltere'ye ulaştırılması sırasında mayalanmanın devam etmesi nedeniyle yolda ekşiyerek bozuldukları görülmüş. Bunu yani mayalanmayı durdurmak için şaraba Brandy koymaya başlamışlar. Brandy üzümün şekerinin tamamen alkole dönüşmesini engelleyip mayalanmayı durdururken şarabın aromasına da şekerli bir tat eklemiş. Alkolle aram çok iyi olmamasına rağmen tatlı Porto şaraplarının sadece beni değil, eşimi de arkadaşlarımızı da hayal kırıklığına uğrattığını belirtmek isterim.

 


Akşam yemeği: İlk akşam dolu olduğu için ancak randevu alarak girilebilecek Postigo Do Cavao Restaurant'a son gecemizde tam rezervasyon saatimizde gittik. Tek kelime ile Porto'nun en otantik, leziz, bol kepçe, ekonomik ve kaliteli lokantası olduğunu belirtmek isterim. Burayı da yine kaldığımız odalarımızı kiralayan arkadaştan öğrenmiştik. Porto'daki son gecemize böyle bir lokantada veda etmek güzel oldu. Lezzetler ve sunum çok başarılıydı.

    


DÖNÜŞ YOLUNDA

Sabah aracımızla yola çıkarak tam 2,5 saatte Lizbon'a vardık. Yolda tasarruf ettiğimiz 1,5 saati değerlendirmek üzere arkadaşlarımı Gülbenkian Müzesi'ne bıraktım, ben de Belem'deki Denizcilik Müzesi'ne gittim.
 


Denizcilik Müzesi başarılıydı ancak Portekiz gibi bir denizcilik geçmişine sahip bir ülkeden çok daha muhteşem bir müze bekliyorsunuz. Yine de gitmişken görmenizi öneririm.

 
 
 
 


Eşim ve arkadaşlarımın Gülbenkian Müzesi gezisine de katılmayı çok arzu ederdim. Çektikleri fotoğraflardan bazı parçalarını görebildiğim Clauste Gulbenkian çok zengin bir sanat koleksiyonuna sahip Üsküdar doğumlu bir Ermeni. Musul petrollerinin çıkartılması ve haklarının batılı petrol firmalarına verilmesine aracılık ettiği ve her işlemden yüzde beş pay aldığı için "Bay Yüzde Beş" olarak tarihe geçen bu kişinin hayatı çok ilginç. Umarım onun hakkında bir belgesel hazırlanır. Ölmeden önce elindeki tüm koleksiyonu Türkiye'ye getirmek için hükümetten vergi muafiyeti istemiş ama bir şekilde olmamış. Bunu kendisine sağlayan Salazar'ın daveti üzerine Portekiz'e yerleşmiş ve orada vefat etmiş. Her dönemin koşulları farklıdır ve hangi gerekçelerle o davet kabul görmedi ve bu zengin koleksiyon ülkemize gelmedi bilinmez! Ancak o koleksiyonun şu anda Türkiye'de olması halinde ciddi bir turistik çekim merkezi olacağı da ortada.
 


Sözün Özü

Zaman sıkışıklığı nedeniyle Avrupa'nın en batı ucu olan Cabo Da Roca'ya gidemedim. Issız dik kayalıklarının üzerinde bir deniz fenerinden başka bir şey olmamasına rağmen Avrupa'nın bir ucunda olma fırsatını kaçırdığım için üzgünüm. Portekiz için önerim baharda gidilmesi ve 5-6 gün ayrılmasıdır. Sadece Lizbon ve Porto olarak değil çevre yerleşimler için de kiralayacağınız araba ile keyifli bir kültür ve yemek turu yapılabilir. Şaraplarını beğenmedim ama peynirleri gerçekten lezzetli. İmkanınız olursa mutlaka Porto veya Benfica'nın maçlarından birisine de gidin derim.