20 Şubat 2014 Perşembe

BARSELONA


Bu sefer güzergahım İspanya'nın gururlu çocukları, milliyetçi Katalanların başkenti Barselona idi. Mimarideki modernizmin öncülerinden Gaudi'nin en muhteşem örneklerini verdiği memleketi olan Barselona, gerek köklü tarihi gerekse bir deniz şehri olması açısından dünyanın ilgi çeken popüler turistik destinasyonlarından birisi. Tapasları ile ünlü ve bir gusto merkezi olan, yeşili bol, keyifli Barselona dünya futbol endüstrisinin de en önemli merkezlerinden birisi. İsmini, Romalılara karşı savaşmak için fillerini Pireneler üzerinden geçiren Kartacalı ünlü komutan Hanibal'in babası ve kentin kurucusu Hamil Barca'dan alan Barselona gezimin hikayesini beğeninize sunuyorum.

Barselona

Her sene yakından takip ettiğimiz "Pegasus'un Kış Kampanyaları"nda, 2013 için Barselona'yı seçtik. Daha önce görmüş olmamıza rağmen, ekonomik kampanyaları ile kış mevsiminde bile insanın içindeki gezme hevesini kışkırtan Pegasus sayesinde, gezgin dostlarımız Lusin, Orhan, Rejan ve Hakan'a eşlik etmeye karar verdik. İki kişi için sadece 700 TL karşılığında 21-24 kasım tarihleri için biletimizi aldık.
Arkadaşlarımızın bir gün öncesinden geldikleri Barselona'ya biz öğlen vardık. Türkiye ile iki saat zaman farkı olan İspanya'da saatler bize göre geriden geliyor. Dolayısıyla yaklaşık 3,5 saat süren yolculuğa rağmen, Barselona'ya vardığımızda, kalkış saatimize göre sadece 1,5 saat uçmuş gibi olduk. 10:25'de Sabiha Gökçen'den kalkan uçağımız yerel saat ile 12:00 gibi El Prat Havalimanı'na indi.

Pasaport işlemleri ardından tren ile merkeze gitmeye karar verdik. Kişi başı 3 € ödeyerek aldığımız bilet ile 18 dakikada Sants merkezi istasyonuna, oradan da metro aktarması ile Katalonya Meydanı'na vardık. Elde bavullarla indi bindi yapmanın zor olduğunu ve metro aktarması ile yolculuğun uzadığını belirtmek isterim. Dönüş yolunda tecrübe ettiğimiz üzere, en iyi seçenek Aerobus denen ekspres otobüsleri. Hem komforlu, hem ekonomik (kişi başı 5 €), hem de havalimanı ve Katalonya Meydanı arasında işliyor. Aerobus 1 ve Aerobus 2 olarak iki numara var, ilki T1 terminali, ikincisi ise Pegasus'un da uçtuğu T2 terminali arasında çalışıyor. Ulaşım süresi 25 dakika. Taksi ile ulaşım da hemen hemen aynı zaman sürüyor ancak, arkadaşlarımdan öğrendiğim kadarıyla 25-30 € tutuyormuş.
Hemen burada metro hakkında biraz bilgi vereyim. Son derece gelişmiş bir metro ağı var. Farklı renklerle ifade edilen 5 hat şehrin kuzey batısından kuzey doğusuna kadar mevcut olan yerleşim yerlerini öncelikle kent merkezine ardından da şehrin batısına ve doğusuna bağlıyor. Barselona'ya geldiğinizde yapmanız gereken en öncelikli konulardan birisi şehir haritası ile birlikte bu metro hattı ile ilgili bir haritayı edinmenizdir.


Tren ve metro kombinasyonu  sonucu biraz uzayan yolculuğumuz ardından saat 13:30 gibi, güneşli bir kasım havasında ve elde valiz, sırtımızla çantalarımızla, Katalonya Meydanı'na (Plaza Katulunya) çıktık. Meydana yakın olan otelimize (Hotel Lleo) ulaşmak sadece 5 dakika sürdü. Universitat Metro durağına 100 m, La Rambla'ya 300 m. mesafedeki otelimizi, konumu, rahatlığı ve fiyat-fayda dengesi çerçevesinde öneririm. Erken rezervasyon yapmanız durumunda avantajlı fiyatlar bulabilirsiniz.
Otelimize yerleştikten sonra ancak saat 15:00 gibi gezimize başladık. Gelişimizi bekleyen arkadaşlarımızla La Rambla'nın Katolonya Meydanı ile kesişen başlangıç noktasında buluştuk. Her gezimizde olduğu gibi rehberliğime ve önceki tecrübeme güvenen arkadaşlarım için "kalacağımız 2,5 gün" için, günübirlik Girona-Figueres gezisinin de olduğu ekspres bir program hazırladım.

Belirtmek isterim ki, gezinizi planlarken Barselona'yı üç ana bölgeye ayırabilirsiniz. Her bir bölge için yarım gün tam eforlu bir gezi ile Barselona'nın %75'ini gördünüz sayılır. Bu bölgeler Eski Şehir (Ciutat Vella), Sagrada Familia ve Montjuic.

 

 

Eski Şehir (Ciutat Vella)
Barselona'daki ilk gün programımıza (kalan yarım gün) La Rambla'nın da dahil olduğu Eski Şehir kısmından başladık.

La Rambla: Barselona'nın, Katalonya Meydanı'nı denize bağlayan, en hareketli, ağaçlarla çevrili yürüyüş yolu.Arapça "kurumuş nehir yatağı" anlamına gelen '"ramla"dan ismini alan bu keyifli araç trafiğine kapalı bulvar, gazete bayileri, çiçekçiler, resim sanatçıları, müzisyenler, falcılar ve pandomim sanatçıları ile Barselona'nın İstiklal Caddesi.
 
La Rambla'nın limana yakın ucunda ise Kristof Kolomb'un 60 m'lik anıtı bulunmakta. Parmağıyla, 1493'de yeni kıtada karaya çıktığı noktayı işaret eden Kolomb anısına 1888 yılında dikilmiş.
 
Gotik Mahallesi (Barri Gotic)
La Rambla'dan denize doğru ilerlerken bu güzergahtaki tek metro durağı olan Liceu Metro Durağı'na gelince sola girerek eski şehrin kalbine doğru adım attık. Burası Barselona'nın en eski yerleşim yeri.  MÖ 27-MS 14 yıllarında Agustus döneminde yeni bir şehir kurmak için seçilmiş ve o zamandan beri Barselona'nın idari binaları hep burada olmuş, tıpkı Barselona Hükümet Konağı'nın (Palau de la Generalitat) ve Belediye Meclisi'nin (Casa de la Ciutat) bugün burada olduğu gibi. Kimi dar sokaklar arasında ilerlerken birden karşınıza çıkan eski yapılar sizi geçmişe götürüyor, köşeyi dönünce tarihi bir çeşme veya Roma kulesi ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Tarihin modern hayat ile iç içe girdiği keyifli bir ortam.



 
İşte bu süprizlerden birisi de Barselona Katedrali. 1298 yılında Jaume II zamanında bir Roma tapınağının temelleri üzerine yapılan cami kalıntıları üzerine inşa edilmiş. 1493 yılında Kolomb'un Amerika'dan dönerken getirdiği "eski kıtaya ayak basan ilk 6 Karayipli" burada vaftiz edilmiş. Kentin azizesi St Eulalia'nın mezarı da burada.


Katedral sonrası yolumuza devam ederek hemen az ileride ki Plaça de Sant Jaume meydanına çıktık. Meydan diyorum ama bizim İstanbul'daki meydanlara göre nispeten küçük. Hükümet Konağı ve Belediye Meclisi'nin de bulunduğu yedi-sekiz binanın arasındaki bir alan diyelim. Köklü bir geçmişi barındıran bu meydanda kim bilir hangi olaylar oldu diye soramadan edemedim. Sol taraftaki Jaume I sokağını takip ederek üçüncü soldan sapınca Barselona'nın tarihsel derinliğini iyice hissetmeye başladım. Agustus Tapınağı'ndan kalan Roma sütunu ardından Kraliyet Sarayı ve Tarih Müzesi, Yahudi Mahallesi (El Call) ve müze olarak kullanılan diğer tarihi yapılar. Her birinin hikayesini dinlemeyi isterdim. Akşam üzeri olması nedeniyle Kraliyet Sarayı ve Tarih Müzesi'ne girecek zamanımız olmadı ama size öneririm, çünkü burası tüm müslüman ve yahudileri İspanya'dan kovan Katolik Kraliçe Isabel ve Kral Ferdinand'ın Kristof Kolomb'u Amerika'dan dönüşünde kabul ettikleri ve "mahkemeye çıkarılanların yalan söylerlerse, duvarlarının üzerilerine doğru hareket edeceğine inanılan" Engizisyon'un kurulduğu yer.  Ayrıca eski Roma şehir kalıntılarının üzerine kurulmuş olan saraydan Tarih Müzesi'ne geçtiğinizde dünyanın en geniş yeraltı Roma kalıntılarını görebilirsiniz.
Tarihi merkezdeki gezimizin sonunda rotamızı Çikolata Müzesi'ne çevirdik. Hemen belirteyim ki Barselona bir müzeler kenti. Müze sayısı çok olan kentleri her zaman önemsemişimdir. Müzelerin toplumlar açısından önemini Sunay Akın ne güzel özetlemiştir; “…. MÜZE, Fransızca bir sözcük olup ilham perisi anlamına gelmektedir. Yani bir  toplumun ne kadar çok müzesi varsa, o kadar çok ilham perisi var demektir, onlar toplumların hafızaları, bellekleridir". İşte bu yüzden sadece İspanya tarihi açısından değil, dünya tarihi açısından da önemli olan kakao ve çikolatanın tarihini öğrenmek için Çikolata Müzesi'ne gittik. Eski Şehre on dakika yürüyüş mesafesindeki bu müze La Ribera bölgesinde yer alıyor. 5 € verilerek girilen bu müzede kakaonun Amerika kıtasından eski dünyaya olan yolculuğu ve çikolatanın gelişimi anlatılmış. Müzenin içi çikolatadan yapılmış şaheserlerle dolu. Bu müzeyi gezene kadar Nutella bağımlısı birisi olarak çikolatanın tarihini bilmezdim. Öğrendim ki, kakaonun ilk ekimini yapanlar, önce Mayalar sonra da Aztekler olmuş ve bu bitkiye "cacau" adını vermişler. Bu kakaoyu kullanarak "Xocoatl" denen ve koyu, acı ve baharatlı içeceği yapmışlar. İspanyol kaşif Hernando Cortez'in gözlemlediği üzere Aztek Kralı Montezuma bu içeceği altın kupalar içinde misafirlerine ikram ediyormuş. Kralların içeceği olarak sunulan bu acımtrak tadı, İspanyollar şekerlendirerek içilebilir hale getirmişler. 16. ve 17.yy'da önce İspanya'ya ardından Avrupa'ya yayılan çikolata, 19.yy'a kadar günümüzde tanıdığımız sert, parlak ve gevrek halinde olmamış. 19 uncu yüzyılın ortalarına kadar bir meşrubat halinde tüketilmeye devam etmiş. Bu tüketim de ağırlıklı olarak aristokrasi ve kraliyet sarayına bağlı ruhban sınıfına has olan bir ayrıcalıkmış. Çikolatanın bugünkü şeklini alması ve geniş tüketim imkanlarına kavuşması sanayileşmeyle birlikte 19.yy'ın ikinci yarısından sonra olmuş. Çikolatanın Anadolu'ya gelmesi ancak Osmanlı Sarayı ile sınırlı kalmış ancak Atatürk'ün talimatıyla halk arasında yaygınlaşmaya başlamış. Bu yarım saatlik gezimin sonunda müze çıkışı aldığım bir paket çikolatayı, bu lezzeti hiç tatmamış olan cihan sultanları Fatih Sultan Mehmet ve Muhteşem Süleyman şerefine arkadaşlarımla afiyetle yedik.
 

 

 
 
Çikolata Müzesi'nden çıkınca istikametimizi El Born mahallesine vardık . Barselona'nın tarihi yerleşim merkezlerinden olan El Born, yerli sakinleri ve yeni genç nüfusuyla şehrin çekim merkezlerinden. Bu meydana ilk vardığımızda karşımıza çıkan üzeri kapalı büyük yapı dikkatimizi çekti. İlk bakışta büyük bir depoyu andıran yapının önündeki bayraklar burada bir sergiye veya konferansa ev sahipliği yapıldığı izlenimini uyandırdı.



Bayrakların olduğu giriş kapısına gelince gördüğümüz siyah beyaz resimlerden burasının şehrin eski gıda pazarı olduğunu anladık. İçeri girdiğimizde üzeri çelik konstrüksiyon çatı ile kapalı binanın tam ortasında, altta zeminde sergilenen eski şehir kalıntılarını gördük. 19. yy'dan kalma eski pazar yerinin ortaya çıkartılması için yapılan kazı alanı üzerine kurulan bu yapıda sergiler düzenlenmekte. Oluşturulan modern konsept çok hoş ve Barselona'ya yakışmış (Mercat del Born).
 
 

Burada geçirdiğimiz yarım saat ardından tekrar El Born mahallesine çıktık. Şehrin kafe kültürünün merkezi olan bu mahallede galeriler, müzeler, barlar ve restaurantlar çok yaygın. Bahar ve yaz gecelerinde yerli halk ve turistler için uğrak bir merkez olan El Born'u çevreleyen binaların kimisinin balkonlarında asılı olan İspanyolca pankartların "gece gürültü yapan barlardan rahatsız olan mahalle sakinlerinin protestosu" olduğunu sonradan öğrendim.      

Güneşin ortadan kaybolmasıyla iyice soğuyan hava nedeniyle, yemekten önceki son durağımız olarak Marina'ya yöneldik. Yaklaşık yarım saatlik yürüyüş süresinde hem üşüdük hem de manzaranın tadını çıkardık.

 





 

Marina'da Maremagnum adında büyük bir alışveriş merkezi ve bir kaç restaurant var. Akdeniz'e karşı limanı da görecek şekilde konumlandığınızda akşam yemeği için ideal. Grubumuzun hanımları dükkanlarda incelemelerde bulunurken biz baylar da ısıtıcıların altında bir şeyler içerek yemek öncesi dinlenme fırsatı bulduk.

 

İlk günümüzdeki hedefimiz olan Eski Şehir'i büyük ölçüde tamamlamanın verdiği keyifle akşam yemeğimizi, gündüz gözüyle gezerken Eski Şehir tarafında gördüğümüz tapaslardan birinde yemeye karar verdik. Hemen belirteyim ki yol üzerinde denk geldiğimiz tapas menülerinin fiyatları 11€-14€ arasında değişmekteydi. Saat 19:30 sularında bulduğumuz ve içerisi müsait olan tapasın İranlı olduğunu öğrendiğimiz sahibi ve baş aşçısı olan Hasan'ın yardımıyla siparişlerimizi verdik. Bu arada ayağımız uğurlu gelmiş olacak ki siparişimiz gelmeden masalar dolmaya başladı.
 

 

Masaya ilk önce sürahide şarap, ardından kızarmış ekmek, yanında sarımsak ve domates geldi. Hasan, bu sarımsak dilimini soyup kızarmış ekmek üzerine "rendeler" gibi sürmemizi, ardından da aynı işlemi domatesle yapmamızı istedi. İtalyanların bruschetta dedikleri domates soslu sarımsaklı kızarmış ekmeği burada kendiniz yapıyorsunuz. Tam bu sırada soslu kızarmış patates, tavada kızartılmış minik yeşil biberler, midye, kalamar ve hamsi geldi. Açıkçası koca dilim kızarmış ekmekleri domates ve sarımsak ile yedikten sonra tıkanmaya başlamıştık ki, gelen lezzetli kızarmış patateslerle doyduk. Ancak sonradan gelenleri, baylar olarak, tabakta kalan lokmalar peşimizden kovalamasın diye yedik.

 
Barselona'daki ilk günümüze bu doyurucu akşam yemeği ile veda etmeden önce, yediklerimizi az da olsa eritebilmek için, otelimize yolu uzatarak gitmeye karar verdik. "Via Laietana" üzerinden gündüz gözüyle göremediğimiz yerleri gece görmek çok keyifli oldu. Özellikle Tarih Müzesi'nin bu yol üzerinden görülen büyük duvarlarının aydınlatılmış hali etkileyiciydi.
 

 
Montjuic
Montjuic isminin kökeni hakkında iki görüş var; ilkine göre Romalılardan önce burada yaşamış olan Kelt-İber toplulukları Jupiter'e hitaben Jovis Tepesi'ne (Mount Jovis) bir tapınak yapmışlar ve Montjuic ismi de bu Jovis'den türemiş. Diğer görüşe göre ise isim babası tepede yer alan Yahudi Mezarlığı, Yahudilerin Dağı/Tepesi anlamında kullanılmış (Mount of the Jews). 20.yy başına kadar çok popüler olmayan bu bölgede 1640 yılında yapılmış bir kale varmış. 1929 yılındaki Barselona Uluslararası Fuarı nedeniyle yeniden tasarlanan bu bölge 1992 yılındaki olimpiyatlara ev sahipliği sayesinde bugünkü halini almış. Yeşilin bol olduğu bu modern bölümü keşfetmek için sabah kahvaltısı ardından saat dokuzda yola çıktık. Otelin önündeki Universitat metrosuna binerek önce İspanya Meydanı'na (Plaça d'Espanya) geldik. Metro istasyonundan çıktığınızda kendinizi geniş bir alanın içinde büyük bir kavşağın yanı başında buluyorsunuz.

Kavşağın bir tarafında dış cephesi kırmızı tuğlalı, Mağribi mimarisinde ilgi çekici "Barselona Boğa Arenası" var (Plaça de Toros de les Arenes). En son 1977 yılında bir boğa güreşine ev sahipliği yapan bu Arena, 2012'de "boğa güreşini resmi olarak yasaklayan yasa" ile şu anda gösterişli bir alışveriş merkezi olarak hizmet vermekte.
 

Biz istikametimizi Arena'nın karşısına, yani Katalonya Milli Sanat Müzesi'ne çevirdik. 1929'da Uluslararası Fuar'a ev sahipliği yapan Katalonya'nın fuar ve kongre merkezi olan bu bölgesinin girişine, Venedik'teki St Mark kulelerinden etkilenerek yapılmış iki büyük çan kulesi dikilmiş.  Bu kuleleri selamlayarak yolumuza bulvar boyunca devam ederek Nasyonel Meydanı'na (Palau Nacionel) ulaştık.


Kasım sabahı  olması nedeniyle aktif olmayan büyük havuzu (Magic Fountain) geçerek yürüyen merdivenler ile Katalonya Milli Sanat Müzesi'nin önüne vardık. Milli kimliklerine bu derece sahip çıkan Katalanların Milli Sanat Müzeleri'ni şehrin en yüksek noktalarından birine inşa etmiş olmaları bize çok anlamlı geldi. İçeride önemli eserler bulunmasına rağmen sınırlı zaman adına, Poble Espanyol'a (İspanyol Köyü) doğru devam ettik.

Milli Sanat Müzesi'nin önünden sağ tarafa giden geniş ağaçlı yolu takip ederek vardığımız uzun merdivenleri çıktığımızda yeşillikler içinde şehrin yüksek noktalarından birine geldiğimiz anladık. Şehrin en yeşil ve yüksek kesimlerinden olan Montjuic Tepesi'nin bu sessiz bölümünden geçen yol Olimpiyat Stadı'nı geldiğimiz yer olan İspanya Meydanı'na (Palau Espanya) bağlayan yolmuş. Bu keyifli yoldan sağa doğru devam ederek, güneşli ama rüzgarlı havada yaptığımız 15 dakikalık bir yürüyüş ardından Poble Espanyol'a ulaştık.

Kişi başı 11 € vererek girdiğimiz bu alan İspanya'nın tüm farklı coğrafyalarındaki kültürlerin mimarilerinin sergilendiği keyifli bir açık hava mimari müzesi.   1929 yılında Barselona’da düzenlenen Barselona Uluslararası Fuarı için tasarlanmış. 13 ayda inşa edilen müze yapılırken sadece uluslararası sergi için olacağı düşünülüp 6 ay kalmak üzere yapılmış, ancak gördüğü yoğun ilgi nedeniyle kalıcı olmasına karar verilmiş. Bask bölgesinden Endülüs'e, Aragon’dan Toledo'ya kadar İspanya sınırları içinde yer alan her bölgenin mimarisini burada görebilirsiniz.

 
 
 


Sokaklar arasında gezerken dükkanlardan alışveriş yapabilirsiniz ancak fiyatların turistik olduğunu hatırlatmak isterim. Meydandaki kafede yorgunluk gidermek için bir şeyler içmek çok keyifli.  Bu arada belirtmeliyim ki, burası Barselona'da görülmesi gereken yerlerden birisi ancak önceki gelişimde bir eylül ayında geldiğim için hem daha keyifli hem daha canlıydı. Bıraksanız iki, iki buçuk saat kalınabilecek bu gezi noktamızı, yorgunluk kahvelerimizi yudumladığımız molayı da sayarsak, bir saatten biraz fazla bir zamanda bitirerek Olimpiyat Köyü'ne doğru yola çıktık. Otobüs seçeneğine rağmen, havanın da öğle vaktine doğru yumuşamasını fırsat bilerek, Olimpiyat Köyü'nün yeşillikleri içinde yolları adımlarımızla arşınlamaya başladık.


Yolumuz üzerinde dikkatimizi çeken husus spor yapan insanların çokluğu idi. Şehrin önemli bir alanını olimpiyatlar vesilesiyle tamamen spora ayıran ve sporu kent kültürünün ve ekonomisinin önemli bir unsuru haline getiren Barselona'nın geçmişinde ve günümüzde sahip olduğu sportif başarılarının tesadüfi olmadığı ortada. Yaklaşık yarım saatlik yürüyüşümüz ardından 1992 Olimpiyatlarının yapıldığı Olimpiyat Stadı'na vardık, oldukça geniş bir kompleksti. 1936 olimpiyatlarına ev sahipliği hakkını kazanan Barselona "iç savaş" nedeniyle Berlin'e kaybettiği bu imkana ancak 1992 yılında kavuşmuş.

 
 
Montjuic Tepesi'ndeki son noktamız "Kale". Bunun için Montjuic Parkı'na yürüyüp oradan teleferikle tırmanmayı planladık. Sabahtan beri yürüyor olmamız hepimizi yavaş yavaş zorlamaya başlamıştı. Tırmanış ardından parka doğru eğimli iniş işimizi kolaylaştırdı. Teleferik noktasına gelince biletlerin tek gidiş 7,40 €, gidiş-dönüş 10,9 € olduğunu öğrendik. Dönüş yolunda bir şey kaçırmamak adına yürümeyi tercih ettiğimiz için tek gidiş aldık. Dönüşte çok şey kaçırmıyorsunuz, önerim gidiş-dönüş almanız.

Yaklaşık 5 dakikalık bir yolculuk ardından saat 11:30'da Kale'ye vardık. Barselona limanının tepesinde bulunan yıldız şeklindeki kale Barselona'nın yüksek noktalarından birisi ve manzara çok hoş. İlk olarak 1640 yılında inşa edilen kale bugünkü halini 18. yy da almış. Sivil Savaş sırasında hapishane olarak kullanılan bu kalede Katalan lider Lluis Companys idam edilmiş. Manzarası oldukça keyifli olan bu kalede bugün Askeri Müze bulunmakta. Oturup yorgunluk kahvesi içecek keyifli bir cafesinin olmaması büyük bir eksiklik.


Böylelikle ikinci gün programımızın ilk kısmı bitmiş oldu. Günün ikinci programı için merkeze inmek için tabanvay ile yirmi dakikalık bir iniş parkurunu takip ederek teleferik istasyonu ile aynı binada olan finikülere ulaştık.  T10 kartlarını kullanarak bindiğimiz finikülerin son durağı "Paralel" metro istasyonu idi. Bir şeyler yemek için bir sonraki noktamız olan Sagrada Familia'yı hedefledik.
Sagrada Familia

Yeşil Metro hattı üzerindeki "Paralel"den önce "Diagonal" durağına geldik ve mavi metro hattında Horta yönüne doğru gidene binerek iki durak sonraki "Sagra da Familia"'ya ulaştık.  Metrodan çıktığınızda ilk dikkatinizi çeken şey görmeye alışık olmadığımız bir kilise mimarisi. Yıllar önce ilk  gördüğümde Kapadokya'daki Peribacaları'nı anımsatan bu sıra dışı tarz, mimarideki "modernizm"in öncülerinden Gaudi'nin eseri.


Büyük bir heyecanla girmek için sabırsızlanırken karşılaştığımız bilet kuyruğu gezi planımızda bir değişiklik yapmamızı zorunlu kıldı. Ertesi günü şehir dışı gezimize (Girona) ayırdığımız için, internetten biletlerimizi rezervasyonlu alarak, son günümüzün sabahını buraya ayırmaya karar verdik. Yine de yeri gelmişken, içerisi dışından daha etkileyici olduğuna inandığım bu sıra dışı yapı hakkında gözlemlerimi aktarmak isterim. Şöyle ki, bu kilisenin yapımına 1882 yılında Neo-Gotik tarzda başlanmış ancak bir yıl sonra bu görev Gaudi'ye verilmiş. Proje planlarını tamamen değiştiren bu deha doğadan esinlenerek tamamen orijinal bir anlayışla planlarını baştan yapmış ve tam 16 yıl boyunca hayatının sonuna kadar, bu proje sahasında bir keşiş gibi kendini bu işe vererek yaşamış. 1926 yılında 74 yaşındayken bir trafik kazasında hayatını kaybeden Gaudi'nin mezarı da burada yer almakta.


Öldüğünde, kilisenin sadece "Hz İsa'nın Doğuşunu Anlatan Ön Cephesi" tamamlanmış bulunan kilisenin yapımı önce İspanya İç Savaşı , ardından da ekonomik krizler nedeniyle kesintiye uğramış. Halen "Bitmeyen Kilise" olarak anılan bu yapının inşaatı halktan toplanan bağışlarla ve Gaudi'nin orijinal planlarına sadık kalınarak tamamlanmaya çalışılmakta. İbadete açık olan bu kiliseye pazar sabahı 09:15'de gittik. Önceki ziyaretlerimde belli bir ücret karşılığı çıktığım kulelerden görülen manzaranın etkileyici olduğunu paylaşmak isterim. Her biri bir havariyi simgeleyen çan kulelerinin Venedik mozaikleri ile dekore edilmiş halini kulelere çıktığınızda yakından görebilirsiniz.  Kilisenin dışarıdan girilen alt kısmındaki müzede Gaudi'nin çizimleri ve nelerden esinlendiğine ilişkin bilgileri bulabilirsiniz. Hemen ifade edeyim ki, Gaudi hakkında bir şeyler bilmiyorsanız ve bu adamın Barselona'ya ve tabi modernizme katkıları hakkında kısa bir sürede fikir edinmek istiyorsanız Park Güell'in tam karşısındaki Larrard Sokağı'nda bulunan Experiencia'ya uğramanızı öneririm. 4 boyutlu bir ortamda hazırlanan yaklaşık 15 dakikalık sunumda Barselona ziyaretinizde gezdiğiniz, gezeceğiniz Gaudi eserleri hakkında çok daha içselleştirilmiş bilginiz oluyor. Kişi başı 9 € olan bu görsel tur için www.gaudiexperiencia.com adresinden bilgi alabilirsiniz.



Neyse ben döneyim turumuzun devamına. Sagra da Familia'daki uzun bilet kuyruğunda vakit kaybetmemek adına, önce bir yemek yedik ve ardından yine metro ile başka bir Gaudi eseri olan Park Güell'e doğru yola çıktık. Gaudi'nin en renkli eseri olarak kabul edilen bu parkın yapım kararı 1890 yılında Kont Eusebio Güell tarafından finanse edilmek üzere alınmış ve Gaudi görevlendirilmiş. 20 hektarlık bir alanı kapsayan bu renkli sıra dışı parkın bugün gördüğümüz hali 1910-1014 yıllarında tamamlanmış ve 1922 yılında açılmış.

 







İlk geldiğimde ücretsiz girilen park biletli hale getirilmiş, kişi başı 8 € ödemelisiniz. Daha önce gördüğüm ve bu paranın değmeyeceğini düşündüğüm için arkadaşlarımı da alarak parkın kafeteryasında, serinlemeye bağlayan havaya rağmen, birer buzlu sangria içerek dinlendik. Saatlerimiz 17:00'ye doğru gelirken, oldukça tempolü geçen günümüz arkadaşlarımı yormuş olacak ki, bugünün son durağı olan Tibidabo Tepesi'ne çıkmak istemediler. Önceki gidişimde görme imkanını bulduğum bu ilginç yer hakkında şu kısa tespitlerimi aktarmak isterim.
Tibidabo Tepesi: Barselona'nın işleyen tek tramvayı ile çıkılan, şehrin en yüksek noktasında bulunan, her yaşa hitap eden bir eğlence parkı ve büyük bir Hz İsa heykelinin de yer aldığı bir kilise bulunmakta. Latince "sana verebilirim" anlamına gelen (tibi dabo) bu ismin, Hz İsa'yı burasının manzarası ile baştan çıkarmak için bu tepeye yükselten şeytanın sözlerinden esinlendiğine inanılmaktaymış. Burasının tadını çıkarmak için kesinlikle baharda veya yazın gelmenizi öneririm.


Park Güell'den sonraki istikametimiz şehrin önemli merkezlerinden olan ve başta Gaudi'ninkiler olmak üzere modernist mimarinin en güzel örneklerinin sergilendiği Passeig de Gracia, nam-ı diğer Altın Meydan (Quadrat d'Or) oldu.  
Passeig de Gracia:

Eixample bölgesinin zengin burjuvazisi tarafından, 20.yy'ın başında, modernist akımın estetik ve dinamizmi ile süslenen bu caddenin İspanya'nın en pahalı caddesi olduğu söylenir. Ünlü markaların bulunduğu mağazaların yanında modernist akımın öncüleri tarafından (Lluís Domènech i Montaner, Antoni Gaudí, Josep Puig i Cadafalch ve Enric Sagnier) yapılan sıra dışı binaları seyretmek çok keyifli. Gündüz ayrı estetiği olan binaları gece aydınlatması ile izlemek ise ayrı bir zevk. Yerinde bir makyaj kadının güzelliğini nasıl ayrı bir tat ile ortaya çıkarıyorsa başarılı bir ışıklandırma da estetik bir yapının görsel zevkini katlayarak veriyor, seyretmeye doyamıyorsunuz, hele bir de hikayesi varsa.

Bu caddedeki yapıların en ünlüsü Illa de la Discordia. Dilimize "Uyumsuz Bloklar" olarak çevrilebilecek bu yapılar topluluğu sadece bir blok içinde yer alıyor. 1900 ve 1910 yıllarında yapılmış olan bu binalar hakkında kısaca şunlar söylenebilir;

Casa Lleó-Morera Lluís Domènech i Montaner tarafından yapılmış. Orijinali 1864 yılında yapılmış ancak renozasyonu 1902'de tamamlanmış. İsmini binanın cephesini süsleyen aslan (lleó) ve dut ağacından (morera) almış:


Casa Mulleras, Enric Sagnier tarafından tasarlanmış ve 1911 yılında bitirilmiş. Bu dört bina içindeki en sıradan bina:

Casa Amatller çikolatacı Antoni Amatller için ikamet amacıyla 1900 yılında yapılmış ve Josep Puig i Cadafalch tarafından tasarlanmış:
 
Casa Batlló Antoni Gaudí tarafından 1906 yılında tasarlanmış. Barselonalılar tarafından, organları ve  iskeleti anımsattığı için Casa del Ossos (Kemikler Evi) olarak anılmaktaymış. Bence bu dört bina arasında en orjinal yapı buydu.


 
 
Yolumuz üzerindeki son görülmesi gereken yapı Casa Milla "La Pedrara". Antoni Gaudi tarafından tasarlanmış. 11 € karşılığında içine girip dolaşabilirsiniz. Burayı gezmeden önce Experiencia'da 15 dakikalık görsel turu izlemenizi öneririm. Aksi halde göreceğiniz bu sıra dışı yapıyı anlamlandırmakta zorluk çekebilirsiniz.    

Bu keyifli ama bir o kadar da yorucu günün sonunda önce otelimize giderek üstümüzü değiştirmeyi, ardından da kemerimde takılı adım-sayarıma göre yaklaşık 15 km yapmanın verdiği gururla midemizi ödüllendirmeye karar verdik. Akşam yemeği için Olimpik Liman tarafındaki deniz mahsulleri ile ünlü restaurantları hedefledik.
Hangi restaurantı seçelim diye düşünürken ortamı ve muhabbeti sıcak ve çeşidi bol bir yer olsun istedik. Çeşit konusunda bir sorun yaşamayacağımız kesin. Yanyana sıralanmış balık restaurantları arasında gözümüze ve gönlümüze hitap eden "La Barca Del Salamanca"yı tercih ettik. Anlatmaya gerek yok, resimlerden görebilirsiniz. Tek söylemek istediğim şey aç dahi olsanız önce gözünüzü doyurun, çünkü porsiyonlar çok büyük.    




Yorucu ama keyifli bir günün ardından son noktayı koyduğumuz akşam yemeğini takiben, gezimizin son tam günü olan şehir dışı günü birlik turumuz olan Girona ve Figueres gezisi için otelimize geri döndük.
Bu iki şehir ile ilgili anılarımızı ayrı bir başlık altında yazacağım. Bu nedenle bu yazıda veda etmeden önce futbol sevdalıları için Camp Nou'yu önermek isterim. Önceki gezimde gittiğim bu futbol mabedinin müzesini rehber eşliğinde gezmiş, sahaya çıkmış, tribünlerde yer almıştım. Hatta ve hatta antremanın sonuna yetiştiğimiz için soyunma odalarına giden oyuncularla fotoğraf çektirmiştim. Size de önerim kendinize zaman ayırıp hem müzeyi gezin hem de bir Barselona maçına gidin. Şehir dışı turumuz nedeniyle gidemediğimiz Barselona-Malaga maçını Girona'da bir cafede seyretmek güzel bir tecrübe olsa da, Nou Camp'ın atmosferini (hele bir El Classico - Real Madrid) tatmanızı öneririm.  
 
BARSELONA'DAN MANZARALAR