NORVEÇ
Haziran ayında öyle bir ülkeye gittim ki, sahip olduğu değerleri itibariyle "ütopik" sayılabilecek bir ülke. Dünyanın tepesinde, İskandinavya'da konuşlanmış bu toplum son derece üretken ve kendi başarı hikayesini yazmaya devam etmekte. İnsanları mutlu, insanları güzel, insanları sağlıklı. Daha önce dikkatimi nasıl çekmedi bilemiyorum ama şimdiye kadar gezdiğim yerler
içinde gerek yaşam felsefesi gerekse doğal güzellik olarak en çok etkilendiğim yer. Mutlaka görülmesi gerektiğine inandığım Norveç'e yaptığım gezide öğrendiğim ve aklımda kalanlar kısaca şöyle;
- Dünyanın en mutlu insanlarının yaşadığı, Viking ailesinin dört üyesinden biri (İzlanda, İsveç ve Danimarka),
- Buz ve ateşin biçimlendirdiği ve Yüzüklerin Efendisi'ne esin kaynağı olan özel bir coğrafya,
- Meşhur "saga"ların doğduğu fjord cennetine sahip topraklar,
- İnsanlarının, üyesi olduğu toplum için yaşadığı, savurganca yaşamanın diğerlerinin gözünde"ayıp" sayıldığı dünyanın en refah memleketi,
- Elli yıl önce Kuzey Denizi'nde buldukları petrol ile piyangoyu kazanan ancak bu durumu "üretmeden, tüketim kültürünü körüklediği" gerekçesiyle gelecek nesiller açısından dert eden,
- Petrole dayalı sanayileşmesinin küresel ısınmaya etkisi nedeniyle doğaya verdiği zarara üzülen,
- Devlet petrol şirketinin kazandığı paraların "toplum yararına" harcanması aşamasında resmi danışmanlık aldığı bir "filozof" çalıştıran,
- Dünyanın en modern hapishanelerine sahip, "intikam" duygusuna bağlı cezalandırmak fikri yerine, "benim komşum olacak, en iyi şekilde topluma kazandırılmalı" düşüncesi üzerine kurulu bir hapishane (rehabilitasyon merkezi demek daha doğru) sistemine sahip olan, ölüm ve müebbet cezalarının olmadığı,
- Liseyi bitiren her gencinin cebine 10.000 € koyarak bir yıl boyunca hayatı ve kendisini tanıması için destek veren bir anlayışa sahip,
- Fotoğrafçıların hayran olduğu, Lofoten Adaları, Pulpit Rock, Preikestolen, Kjerag, Nord Capp gibi efsane doğal güzelliklere ev sahipliği yapan bir toplum, bir ülke.
Hafızamda derin izler bırakan, kızım Ezgi ile
gerçekleştirdiğimiz 8 günlük Norveç yolculuğumuzun notlarını beğeninize
sunuyoruz. Biraz uzunca gelebilir ama gitmek isteyenler için yararlı paylaşımlar olduğuna inanıyorum.
NORVEÇ (Oslo, Bergen, Lofoten, Trondheim, Bodo)
Profesyonel hayatıma ara
verdiğim süre içinde en çok görmek istediğim destinasyonlardan birisi
İskandinavya coğrafyası idi. Derinlemesine araştırmaya başladıkça, Viking
coğrafyası olarak geçen Norveç, İsveç, Danimarka, İzlanda dörtlüsünü tek bir
geziye sıkıştırmak yerine, her birine ayrı ayrı odaklanmanın daha tatmin edici
olduğuna inanarak rotamı öncelikli olarak Norveç'e çevirdim. Mart ayında Pegasus'tan aldığım
ekonomik biletler sayesinde de ilk adımı atmış oldum. TEOG maratonunun
stresinden kurtulacak olan kızıma da iyi geleceğini düşünerek sekiz günlük bir rota
planladım. Tur programının içini doldurmayı ise ancak geziye iki hafta kala
başarabildim.
Sonuçta kuzey-güney uzunluğu 2.200 km olan bir ülke. Türkiye'nin doğu-batı uzunluğunun 1.650 km olduğunu düşündüğünüzde coğrafi olarak kısa sürede gezilecek bir ülke değil. Hangi yerlerin görüleceğinin önceliklendirilmesi için zamana ihtiyaç duydum.
Sonuçta kuzey-güney uzunluğu 2.200 km olan bir ülke. Türkiye'nin doğu-batı uzunluğunun 1.650 km olduğunu düşündüğünüzde coğrafi olarak kısa sürede gezilecek bir ülke değil. Hangi yerlerin görüleceğinin önceliklendirilmesi için zamana ihtiyaç duydum.
Süre sınırlı ve mesafeler uzun
olduğu için dikkatli bir planlama yapmam gerekliydi. İnternette yaptığım
araştırmada öğrendim ki, yukarıda ismini saydığım "fotoğrafçıların hayran olduğu"
yerlerin bazıları farklı mesafelerde ve rehber eşliğinde trekking turlarına
konu olan yerler. Bu
nedenle odağımı Oslo, Bergen ve Lofoten'a verdim. Planladığım güzergah
konusundaki endişelerimi gidermek konusunda da şanslıydım çünkü, daha önce
Norveç'e ziyaret yapmış olan dostlarımın sayesinde tanıştığım, Oslo'da yaşayan
kokartlı rehber Nilüfer Hanım'a danıştım. Yolculuğumuzun son hali de şu şekilde
netleşmiş oldu;
"İstanbul-Oslo-(Flam
üzerinden) Bergen-Oslo-Lofoten-Bodo-Trodheim-Oslo-İstanbul"
1. Gün
Oslo:
18 Haziran'da Sabiha Gökçen'den
saat 10:00'da kalkan uçağımız yerel saat ile 12:55'de Oslo'ya indi. Çok rahat
ve kalabalık olmayan "güler yüzlü" bir pasaport kontrolü ardından
tren ile Oslo merkeze 25 dakikada geldik. Merkezde bulunan otelimiz Citybox
Oslo'ya 15 dakikalık bir yürüyüş ardından vardık ve yerleşmemizi takiben, rehberimiz
Nilüfer Hanım ile önceden anlaştığımız üzere saat 15:00'de buluştuk. Kendisi
ile saat 18:00'e kadar birlikte olduk. Yürüyüş ağırlıklı bu panoramik gezide, şansımıza
hava da güneşli idi. Bu tur esnasında Opera Binası'nı, Akershus Kalesi'ni,
Liman bölgesini, Nobel Müzesi'ni ve ardından metro ile gittiğimiz Vigeland
Parkı gördük.
Buraların hikayesini bilen bir insandan dinlemek ayrı bir keyif. Özellikle Vigeland Parkı çok ilginçti. Çıplak insan heykellerinin bulunduğu bu park, dünyanın en büyük heykel parkı. Sanatçı Gustav Vigeland tarafından tasarlanmış ve tümü kendisi tarafından yapılmış 214 parça heykelin bulunduğu bu park 1949 yılımda açılmış. Ne üzücü ki, kendisini bu parka adayan sanatçı parkın açılışını göremeden vefat etmiş. Heykeller insanoğlunun yaşam döngüsündeki doğum, çocukluk, gençlik, yetişkinlik, yaşlılık evrelerini ve bu dönemlerdeki duyguları çarpıcı şekilde ortaya koymakta. Her bir heykelin önünde bekleyip yaşadığımız tanıdık duyguları görmek geçmişimizi ve sevdiklerimizi hatırlamak, aramızda olmayanları anmak için enteresan bir vesile olabilir. Mutlaka görün.
Buraların hikayesini bilen bir insandan dinlemek ayrı bir keyif. Özellikle Vigeland Parkı çok ilginçti. Çıplak insan heykellerinin bulunduğu bu park, dünyanın en büyük heykel parkı. Sanatçı Gustav Vigeland tarafından tasarlanmış ve tümü kendisi tarafından yapılmış 214 parça heykelin bulunduğu bu park 1949 yılımda açılmış. Ne üzücü ki, kendisini bu parka adayan sanatçı parkın açılışını göremeden vefat etmiş. Heykeller insanoğlunun yaşam döngüsündeki doğum, çocukluk, gençlik, yetişkinlik, yaşlılık evrelerini ve bu dönemlerdeki duyguları çarpıcı şekilde ortaya koymakta. Her bir heykelin önünde bekleyip yaşadığımız tanıdık duyguları görmek geçmişimizi ve sevdiklerimizi hatırlamak, aramızda olmayanları anmak için enteresan bir vesile olabilir. Mutlaka görün.
Bu keyifli üç saatlik
birliktelik ardından Nilüfer Hanım ile vedalaşmamızı takiben Ezgi'yle Kraliyet
Sarayı'na doğru Karl Johans Caddesi üzerinden yürüyerek keyifli bir açık havada akşam
yemeği yemeye karar verdik.
Bu arada hemen belirteyim ki,
havalimanında ve otel etrafında gördüğüm güzel bayan popülasyonu şehir
merkezinde de aynen bulunmakta. İster
istemez insanın dikkatini çekiyor. Barbi bebek gibi bir garson kapıda bizi
karşıladı ve yer gösterdi. Hani derler ya "o kadar güzeller ki, gözlerine
bakamıyorsun". Abarttığımı düşünüyorsanız gidin, görün.
Neyse gelelim yemeğimize.
Çevrede yer alan fit ve güzel insanların arasında yemeğimizi yedik, hesabı
istedik ve Norveç ile ilgili en önemli tespitlerden birini daha yaptık;
"harbiden pahalı". Bu yüzden
size önerim ödediğiniz her hesap ardından TL'ye çevirip moralinizi bozmayın:-)
Yol yorgunluğu üzerine bir de
yemek sonrası bir ağırlık geldi. Ama güneşe bakıyorsunuz, halen
tepemizdeydi. Ezgi saatin 22:00 olduğunu söylemese oturmaya devam edecektik.
Sabah çok erken kalkmamız gerektiği için otelimize vardık, uyku pozisyonuna
geçtik ve çok kalın olan perdeyi çektik ki, saat 23:30 olmasına rağmen aydınlık
olan bu havada uyuyabilelim. Oslo'yu tam anlamıyla keşfetmeyi programımızın son
gününe bıraktık.
2. Gün
Oslo - Flam - Gudvangen - Voss - Bergen (Norway In a Nutshell)
Norveç'teki ikinci günümüzde
istikametimiz Bergen idi. Ancak Bergen'e trenle doğrudan gitmek yerine
"Norway in a Nutshell / Ceviz kabuğunda Norveç" turunu denemek istedik. Bu tur dahilinde
Oslo-Myrdal arasını tren ile kat edip Myrdal'da tarihi ve panaromik Flam
trenine biniliyor. 45 dakikalık bir
yolculuk ile güzel manzaralar eşliğinde Gudvangen'e varıp oradan feribot ile 3
saatlik bir fyord turuna katılıyorsunuz. Ardından Gudvangen'de otobüslere
binip, yine keyifli manzaralar eşliğinde Voss'a varıp oradan tren ile Bergen'e
varıyorsunuz. Biz de bu güzergahı yapabilmek için ertesi sabah otelden erken check-out
yapıp sabah 06:25 treni ile 11:48'de varacağımız Myrdal'a doğru yola çıktık.
Trenler çok rahat ve temizdi.
Seyahat esnasında gördüğümüz manzaralar sürprizlerle doluydu. Tamamen göze hoş
gelen sade ve estetik yapılar doğa ile uyumlu şekilde karşınızda durmakta. Bir
de coğrafyanın kendine has doğal güzelliği eklenince enfes bir tablo karşınıza
çıkıyor. Yeşillikler ve göl manzaraları ardından kuzeye doğru ilerlerken birden
iklim değişiyor ve coğrafya beyazlaşıyor. İşte böyle bir manzara içinde
giderken, Myrdal'a 45 dakika mesafedeki Finse'de saat tam 11:00'de mola verdik,
hem de 15 dakika. Yolcuların fotoğraf çekmeleri ve temiz hava almaları için
planlanmış bu mola Oslo dışındaki Norveç'i ciğerlerimde ve tenimde en somut
şekliyle hissettiğim ilk andı, harikaydı.
Saat 11:48'de vardığımız
Myrdal tren istasyonu yeşil dağlar arasında küçük bir yerleşim noktası. Burada
gezme imkanımız olmadı çünkü trenden inince 15 dakika sonra gelecek olan tarihi
Flam Treni'ni beklemeye başladık.
Flam Treni geniş camları ve
ahşap mobilyaları itibariyle bir gezi treni. Yalnız çok kalabalık olan bu
trende sağ tarafta mı, yoksa sol tarafta mı oturacağınızı kestiremiyorsunuz.
Bendeniz güzel fotoğraflık manzaraları kaçırmamak için ayakta gitmeyi tercih ettim.
İtiraf etmeliyim ki çok güzel fotoğraf çekme şansınız pek yok çünkü camın
gerisinden güzel manzarayı yakalamak zor olduğu gibi tren sadece bir noktada
mola veriyor.
Zaten bu geziden aklımda kalan tek an da bu molanın verildiği Kjosfossen Şelalesi'ndeki 10 dakikalık fotoğraf molası idi. 90 m'lik bu heybetli şelaleden gelen su tanecikleri yüzünüzü ve vücudunuzu serinletirken harika bir yerel müzik eşliğinde şelale kenarında dans eden kırmızılı dansçı çok güzel bir sürpriz oldu.
Zaten bu geziden aklımda kalan tek an da bu molanın verildiği Kjosfossen Şelalesi'ndeki 10 dakikalık fotoğraf molası idi. 90 m'lik bu heybetli şelaleden gelen su tanecikleri yüzünüzü ve vücudunuzu serinletirken harika bir yerel müzik eşliğinde şelale kenarında dans eden kırmızılı dansçı çok güzel bir sürpriz oldu.
Tren gezisi sonunda Flam'a
vardık. Trenden inince elimizdeki çantalarla ne yapalım derken stratejik bir
hata yaptım ve "nasıl olsa tekrar buraya döneriz" şeklinde düşünerek
hemen indiğimiz yerin ilerisinde bekleyen feribotla fyord turu yapalım dedim.
Tabi sonradan farkettim ki Flam'da başlayan 2,5 saatlik tur Gudvangen'de
bitiyor ve oradan otobüslerle Voss’a gidiliyor. Neyse sonuçta Flam'ı
keşfedemeden fyord turuna başlamış olduk. Size önerim Flam Köyü'nde güzel bir
zaman geçirin.
Enfes manzaralar eşliğinde
ruhumuzu dinlendirdiğimiz bu huzur dolu gezide bize eşlik eden martılarla annemin hazırladığı mayalı açmaları
paylaştık. Belirtmeliyim ki bizim İstanbul'un martıları gibi çevik olmayan
fyord martılarının havada kapma kapasiteleri düşük.
Bu gezi esnasında fjordların
eteklerindeki köyleri tarif etmem mümkün değil. Huzurun içindeki bu sakin ve sevimli
yerlerden birinde gecelemek isterdim. Bu müthiş manzaraya karşı yamaç paraşütü
yapanları görünce bu insanların yaşamlarına gıpta ediyorsunuz.
Harika gezinin ardından
vardığımız Gudvangen'de vakit kaybetmeden bekleyen otobüse binip yine keyifli
manzalar eşliğinde Voss'a doğru yola çıktık.Yaklaşık 50 dk süren bu otobüs
yolculuğu da şimdiye kadar tecrübe ettiğim en keyifli otobüs yolculuğuydu diyebilirim.
Voss:
Voss için "Norveç'in
Macera ve Adrenalin Başkenti" diyorlar. Bizi Bergen'e götürecek trene 1,5
saat olduğunu görünce merkeze yürüyelim dedik. Güneşi gören soluğu dışarıda
almış. Karnımızı doyurmak için göl kenarında sevimli bir restauranta geldik. Bu esnada burası ile ilgili okuduğum bilgilere
göre her türlü outdoor aktiviteleri çok meşhurmuş. Karlı dağlar, nehirler,
şelaleler, göller ve ormanın şenlendirdiği Voss iki önemli fyord (Sognefjord ve
Hardengenfjord) arasında konumlanmış. Outdoor aktiviteleri anlamında iki yüzyıldır
Avrupalılar için önemli bir ziyaret noktasıymış. Adrenalin tutkunları için
duyurulur.
Bir saatten az bir yolculuk
ardından Bergen Garı'na saat 18:30'da vardık. İndikten sonra merkeze 15
dakikalık yürüme mesafesinde olan otelimize (Augutine Hotel) yürüyerek gidelim
dedik. Pazar olması nedeniyle güzergahımızda pek kimseleri göremedik. 19:00'da
check-in yapıp, programımıza göre ertesi gün saat 12:30'a kadar kalacağımız Bergen'i
güneşli havada keşfetmek için kendimizi dışarı attık.
Bergen Norveç'in ikinci büyük
şehri ve 255.000 nüfusu var. Nüfusunun %10'u öğrenci. Bu öğrenci nüfusu şehre
renk ve canlılık katmakta. UNESCO'nun Dünya Mirası Listesi'ndeki şehirlerden.
900 yıldan fazla tarihi ile köklü bir Viking şehri. HARİTA
Bergen'in kalbi liman bölgesi.
U şeklindeki limanın orta dip kısmında sizi Balık Pazarı karşılıyor. Balık
Pazarı dediğimiz yerde meyve sebze de satılmakta. İşin güzel tarafı, bizde
olduğu gibi, sipariş ettiğin balığı oradaki masalarda alkol eşliğinde
yiyebiliyorsunuz. Avrupalı için enteresan gelen bu konsept biz Türkler için çok
tanıdık. Burada güzel olan, batmayan akşam güneşine karşı oturup muhabbet
etmek, tabi ki sadece yaz döneminde.
Limandan yani U'nun orta alt
kısmından sağ üst kısma çıkan kenarda tarihi Bryggen evleri bulunmakta. Hani
internette Bergen yazdığınızda karşınıza çıkan renkli ahşap evler. Burası
Bergen'in ilk kurulduğu yer. Bergen'in simgesi olmuş bu tarihi (Hansa Birliği tüccarları
tarafından yapılan) ahşap evleri UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi'nde yer
almakta. 1702 yılındaki büyük yangından sonra inşa edilen bu tarihi evler
1950'lere kadar içleri boşaltılmış, çürümeye yüz tütmüş şekilde durmaktayken
birbirini takip eden birkaç yangın ardından belediye meclisinin kararı ile
bugünkü haline getirilmiş ve UNESCO Dünya Kültür Mirası'na dahil edilmiş.
Bu mirası, hak ettiği zamanı
verebilmek için, ertesi gün gezmeyi planladık ve zaman kaybetmeden istikameti Floyen
Tepesi'ne çevirdik. 320 m yükseklikteki bu noktaya çıkabilmek için hemen
merkezdeki Floibanen Füniküleri'ne vardık. Son seferi saat 23:00'de olan bu füniküler,
8 dakikalık bir yolculuk ardından sizi tepeye ulaştırmakta. Karşınızdaki
manzara tek kelimeyle "muhteşem".
Saat 21:30'da çektiğimiz bu
fotoğraf ardından acıktığımızı hatırlayıp tepede yer alan bu muhteşem manzaralı
restoranda karnımızı doyurmak keyifli bir tecrübe oldu.
23:00'e kadar burada kalıp
güneşi en dip noktasında görmeyi çok arzu etmemize rağmen havanın serinlemeye
başlaması üzerine otele dönmek üzere saat 22:15'de bu güzel manzaraya veda
etmek durumunda kaldık. Ama manzara aşağıda da çok güzeldi.
3. Gün
Ertesi sabah yağmurlu ve
kapalı bir havada güne başladık. Kahvaltımızı yapıp istikameti hemen, önceki
akşam gezemediğimiz Bryggen'e çevirdik.
Önceki gün ne kadar şanslı olduğumuzu düşünerek liman bölgesini ve Bryggen'i gezmeye başladık. Norveç kültürü hakkında fikir veren ve Hansa Birliği döneminde tüccarlar tarafından yapılan bu tarihi ahşap evlerin içinde kürk ürünlerinden tutun da hediyelik eşyalara kadar farklı ürünler satan dükkanlar var. Özellikle kürk ürünleri satan dükkan harikaydı ama fotoğraf çekimi yasak olduğu için sizlerle paylaşma imkanım olmadı.
Önceki gün ne kadar şanslı olduğumuzu düşünerek liman bölgesini ve Bryggen'i gezmeye başladık. Norveç kültürü hakkında fikir veren ve Hansa Birliği döneminde tüccarlar tarafından yapılan bu tarihi ahşap evlerin içinde kürk ürünlerinden tutun da hediyelik eşyalara kadar farklı ürünler satan dükkanlar var. Özellikle kürk ürünleri satan dükkan harikaydı ama fotoğraf çekimi yasak olduğu için sizlerle paylaşma imkanım olmadı.
Bu arada belirtmeliyim ki limanın
Bryggen tarafında Balina Turları yapan tekneler var. Bizim zamanımız olmadığı
için tecrübe edemedik ama vaktiniz varsa öneririm.
Liman bölgesinde yaptığımız
gezimiz ardından, tren saatinin de yaklaşmasına bağlı olarak, otelden check-out
yapıp istikameti gara çevirdik. Bir gün önce geldiğimiz yoldan ziyade
Festplassen Parkı'nı görecek şekilde izlediğimiz yol, Bergen'in son derece
temiz ve iyi korunmuş caddeleri hakkında fikir edinmemizi sağladı. Yeşil
parklar, ördekler, kuşlar, temizlik, sakinlik ve huzur dikkatinizden kaçmıyor.
Ortalarda katiyen başıboş kedi köpek olmaması da benim için ayrı bir medeniye
göstergesi.
Bergen'de çok kalamadık ama
fikir edinmemizi sağlayacak bir zaman geçirdik denilebilir. Tur planlamasında
tek hata yaptığım konunun Bergen'den Oslo'ya trenle geçmek olduğunu anladım.
Çünkü bir aydınlık günün öğleden sonraki 6-7 saatini trende geçirmek zaman
israfı oldu. Paraya kıyıp uçakla Lofoten'e gitmek daha anlamlı olabilirdi. Ancak
bu tren yolculuğu da bu yoğun gezi temposuna alışık olmayan kızım için bir
dinlenme imkanı yarattı.
Akşam üzeri vardığımız
Oslo'daki konaklamamız için, ilk gün kaldığımız sevimli otelimiz City Box
Oslo'yu tercih ettik. Ertesi sabah erken saatte havalimanında olmak için, oraya
ulaşım aracı olarak kullanacağımız tren garına yakınlık ve temizlik tercih
sebebimizdi.
4. gün
Turun en heyecanlı kısmı için
güne erken başladık. 08:30'daki Oslo-Bodo uçağı için 06:40'da elimizde
çantalarla otelimizden çıktık ve 07:00 treni ile havalimanına doğru yola
çıktık. Hemen belirteyim ki 16 yaş altı için toplu taşıma biletleri bedava.
Oslo Havalimanı'nda check-in
işlemlerimizi yapmak ve bavulları teslim etmek için kontuar ararken ilginç bir
deneyim yaşadık. Bilet check-in kiosklardan yapılırken bavullara etiket ve bavulların
teslimini de kendimiz farklı kiosklardan yaptık. Personel maliyet tasarrufu
anlamında Norveç Havayolu'na avantaj yaratan bu hususu da tecrübe etmiş
olduk.
Yağışlı havada başlayan
günümüz, aktarma yapacağımız Bodo'da da bizi karşıladı. İki saate yakın süren
uçuş ardından vardığımız Bodo'nun kapalı ama hafif yağışlı tertemiz havasını
ciğerlerimize çekmek hedefe yaklaştığımızın ilk belirtileri gibiydi,
"İnanılmaz bir tazelik ve diriltici hava".
Bodo'dan Leknes'e yapacağımız
20 dakikalık uçuş için bir saatlik bir bekleme süremiz oldu. Norwegian
Airlines'ın kısa mesafe uçuşlar için kullandığı pervaneli uçakların olduğu
Wideroe havayolu ile yapacağımız uçuşa ait tüm bavul aktarmaları firma
tarafından yapıldığı için bizi bir takip yükünden kurtardı. Gerçi bavulların
hatalı aktarmaya uğraması veya kayıp olasılığı endişesine kapılmadım değil ama
Norveç'te olmamız bu hata ihtimalini kafamda oldukça azalttı. Sonuç, 20 dakikalık
keyifli bir uçuş ardından bavullarımıza eksiksiz kavuşmak oldu.
LOFOTEN ADALARI
Sonunda Lofoten'deydik. Uzun
zamandan beri hayallerini kurduğum destinasyon.
Hakkında o kadar çok yazı okumuştum ki, görmeden kafamda
şekillendirdiğim bu cenneti sanki uzun yıllar önce terketmiş misali tanıyordum,
biliyordum. Uçaktan indiğim anda ciğerlerime çektiğim o enfes hava heyecan
vericiydi. İşte böyle bir tatlı sarhoşluk içinde geldiğimiz Leknes'in küçük ve
sevimli havaalanındaki kiralama şirketinden, önceden ayarladığımız aracımızı
aldık. Hemen belirteyim ki, bu adadaki araçların çoğu hibrit, aracı
çalıştırdığınızda motor sesi duymuyorsunuz. Hibrit modeldeki ilk direksiyon tecrübem olduğu için çalışan aracı
çalıştıramadığımı düşündüm ama Ezgi'nin uyarısı ile vitesi ileri alıp gaza
basınca aracımız tatlı bir şekilde hareketlendi. Navigasyonumuzda
istikametimizi ayarlayıp yola çıktık. Çıkmamızla beraber yağmur şiddetlenmeye
başladı.
Lofoten'de 3 gece konaklama
planı yapmıştım. Bu 3 gecelik konaklamanın ilkinde Sorvögen'de, diğer ikisinde
Ballstad'ta ama farklı otellerde kalmayı planladım. Her üçü de ayrı bir keyif
olan duraklarımızdan ilki için yola koyulduk.
Leknes'ten Sorvögen'e 1,5
saatlik bir yolculuk yaptık. Dağlık olan Lofoten'de yollar kıyılara paralel
gitmekte ve tüm yollar ayrı bir eşsiz manzara sunmakta.
Yeşil, mavi renk demetinin
içine serpilmiş misali bordolu, kırmızılı evler ve besili hayvanlar doğal
tablonun göze çarpan ana unsurları. Yola çıktıktan bir saat sonra yoldaki
karavanların sayısı dikkatimi çekti. Sonradan öğrendik ki burası bir karavan
cenneti ve gerek Norveçliler olsun gerekse diğer Avrupalılar, bu müthiş cenneti
karavanları ile tecrübe etmekteler.
Sonunda Sorvögen'e vardık.
Otelimiz göl kenarındaydı ve içerisi çok sevimliydi; "Planet Lounge".
Çok odalı bir ev gibi olan bu tek katlı
konaklama yerindeki odalarımızda sadece yataklarımız vardı. Bu yüzden bavulları
dağıtmadan ihtiyacımız olanları alıp sadece dinlenmek için odaları kullandık.
Ortak alan çok keyifliydi. Oldukça geniş olan mutfakta kap kacaktan tutun da
bulaşık makinesine kadar her şey vardı. Dışarıdan aldığınız gıda maddeleri ile
ister akşam yemeğinizi yapın, ister kahvaltınızı. Yemek odasındaki genişçe
masada keyifli muhabbetler eşliğinde yemeğinizi yerken, hemen yanındaki büyük
ekranda TV de seyredebilirsiniz.
Benim şansıma Türkiye-Çek Cumhuriyeti ve İspanya-Hırvatistan maçı vardı ve totem yaparak İspanya-Hırvatistan maçını da seyrettik.
Benim şansıma Türkiye-Çek Cumhuriyeti ve İspanya-Hırvatistan maçı vardı ve totem yaparak İspanya-Hırvatistan maçını da seyrettik.
Yerleştikten sonra Ezgi ile
soluğu hemen dışarıda aldık. Köy şeklindeki bu yerleşim merkezleri içinde bize
yakın olan ve adanın en güney noktası olan yeri "A" Köyü'ne giderek
Stockfish Museum dedikleri kurutulmuş balık müzesine yetiştik. Yetiştik diyorum
çünkü kapanmasına 10 dakika kalmasına rağmen bizimle birlikte içeride olan
toplam 7-8 kişi için, sevimli denizci amca, tam yarım saat bu işi anlattı.
Küçüklüğünden beri yaptığı bu işin ada ekonomisi için belirttiği rakamlar dudak uçurtucu. Allah'ın morina balığını yakalayıp kafalarını kesip aylarca kurutmaya bırakıyorlarmış. Kafaları ayrı, vücutları ayrı değerlendirilmekteymiş. Nijerya'ya ihraç edilen bu balıkların kafalarının en makbul tarafı yanakları ve dilleriymiş. Fransızlar ise kafa kısmının sadece çene ve dil kısmını alarak leziz soslar yapmaktaymış. Kokusu çekici olmasa da "yerel lezzetlere olan merakım" kapsamında bu kurutulmuş balıkların tadına bakmaya karar verdim.
Küçüklüğünden beri yaptığı bu işin ada ekonomisi için belirttiği rakamlar dudak uçurtucu. Allah'ın morina balığını yakalayıp kafalarını kesip aylarca kurutmaya bırakıyorlarmış. Kafaları ayrı, vücutları ayrı değerlendirilmekteymiş. Nijerya'ya ihraç edilen bu balıkların kafalarının en makbul tarafı yanakları ve dilleriymiş. Fransızlar ise kafa kısmının sadece çene ve dil kısmını alarak leziz soslar yapmaktaymış. Kokusu çekici olmasa da "yerel lezzetlere olan merakım" kapsamında bu kurutulmuş balıkların tadına bakmaya karar verdim.
Müzeden çıktığımızda karnımız
acıkmıştı. Havanın serin ve yağışlı olmasının verdiği tazelikten mi olsa gerek,
açlığımızı gidermek için istikameti tekrar konakladığımız Sorvögen'deki
lokantaya çevirdik. Hem lokal bir ortam hem de lokal bir lezzet anlamında güzel
bir tercih olacağını düşünerek Maren
Anna'ya gittik.
Ben kurutulmuş balık, Ezgi ise
geyik eti sipariş etti. Yarım saatlik bir bekleme ardından gelen yemeklerimiz
oldukça doyurucu idi. Norveçlilerin Bochna, İspanyol, İtalyan ve
Portekizlilerin Bacalhau/Bacalao dedikleri morina balığının kurutulmuşu bir
balık için oldukça sert ve bana tuzlu geldi. Bekleme sırasında tereyağ ile
mideme indirdiğim soğuk ekmeğin de doyurucu etkisi ile tabağımı bitiremedim.
Denemiş oldum ama bir daha işim olmaz. Bu arada Ezgi etini afiyetle yedi.
Burada çıkardığım ilk ders "kırmızı etten şaşma". Fiyat konusuna
girmeyi pek düşünmüyordum ama belirtmeliyim ki, Oslo tarifesi burada da devam
etti ve iki tabak yemek, bir kadeh beyaz şarap için yaklaşık 220 TL hesap
ödedik.
Karnımızı doyurduktan sonra kapalı
ve sisli havaya aldırış etmeden 15-20 dakika mesafedeki Moskenes ve meşhur
Reine'yi de görmeye karar verdik.
Moskenes'te liman bulunmakta
ve Bodo'dan gelen feribotlar buraya yanaşmakta.
Burada çok görülmeye bir şey bulamadık. Belki güneşli havada güzel
manzaralar vardır beklentisi ile Reine'ye gittik. Şansımıza o kadar çok sis
vardı ki, başlayan yağmurun da etkisi ile kapağı sevimli bir Pub'a attık.
Burada da Kuzey İrlanda- Almanya maçını bir kaç İrlandalı ile seyrederken tatlı
eşliğinde akşam çayımı içtim, tabi ki sallama çay.
Bu havada fazla bir şey görme
ve dolaşma imkanımız olmadığı için rotamızı eve doğru çevirdik. Kaldığımız
köyün marketine girip sabah için atıştırmalık bir şeyler alırken gördüğümüz
kartpostal üzerine Ezgi annesine "elektronik olmayan posta" gönderme
tecrübesini hayatında ikinci kez yaşadı. Mesaj, alıcı ve adresi nereye yazılır,
pul nereye yapıştırılır gibi yaşamsal tecrübeler...
Lofoten'deki ilk günümüz
keyifli geçti ama hava durumuna göre önümüzdeki dört gün boyunca yağış veren
tahminleri görmek, hele bir gün önce güneşli bir hava olduğu bilgisi, canımı
sıkmadı değil. Gece yatarken ettiğim dualar ve haykırışların karşılığını sabah
kalktığımda göremedim ama o gece yine de güzel bir uyku çektik.
5. Gün
Sabah gözlerimi açığımda
aklımda olan tek soru, koyu perdenin arkasında nasıl bir havanın bizi beklediği
idi. Yağmur olmamasına rağmen yine kapalı havayı görmek keyfimi az da olsa
kaçırdı. Burada kalacağımız üç gün boyunca hiç mi göremeyecektik güneşi acaba?
Kahvaltı için mutfağa geçtiğimizde
önceki akşam görmediğimiz konuklarla kahvaltı hazırlıkları esnasında
karşılaştık. Avustralya'dan, İtalya'dan, Avusturya'dan gelen arkadaşlarla
tanıştık. Masa üzerindeki ikram tatlı çöreklerini yanımızda getirdiğimiz
Torku'nun Banada'sı (Nutella'nın enfes yerli
muadili) ve önceki akşam aldığımız peynir ile afiyetle yeyip çay
eşliğinde günlük enerjimizi daim kıldık.
Lofoten'deki dinlenmiş olarak
kalktığımız ilk sabahımızda vakit kaybetmeden, olası bir sağanağa yakalanmadan
fotoğraf çekebilmek için hemen yola çıktık. (Bu arada check-out yaptığımızı da
eklemem lazım. Çünkü o akşam konaklamayı Ballstad'da bir "robuer"de yapacaktık.)
Önceki akşam gittiğimiz güney istikametine gündüz gözüyle hızlıca bir göz atmak
istedik. Önce Tind Köyü, ardından A Köyü'ne gidip fotoğraflar çektik.
Ardından istikameti Reine'ye
çevirdik. Yazılanlara göre Lofoten'in en fotoğraflık yerlerinin başında
gelmekteymiş. Bu arada mucizevi bir şey oldu ve güneş ilk kez kendini
bulutların ardından gösterdi. Önceki akşam kapalı hava ve yoğun bulutlardan
dolayı göremediğimiz Reine'nin manzarası hakikaten güzeldi. Bu müthiş
manzaradaki tek olumsuzluk derin sessizliği bozan tek tük geçen karavanların
sesi idi. Ama manzara "10 numara".
Bu arada belirtmeliyim ki
Reine de kurutulmuş balık işleme merkezlerinden birisi.
Reine'de geçirdiğimiz bir
saatlik bir zaman ardından rotamızı tekrar kuzeye doğru çevirdik. Elimdeki
haritaya göre ilk durak olarak "Sund"u hedefledik. Burada bir balıkçı
müzesi ve adanın tek faal demirci ustasının olduğunu öğrenince Sund'a doğru
yola çıktık.
Güneşli bir havada vardığımız Sund
sessiz, sakin, huzurlu bir başka balıkçı köyü. Merkeze varınca müzeyi ve
demirci ustasının yeri karşınıza çıkıyor.
Müzede geleneksel bir Norveç
balıkçı köy evinde olan eşyalar sergilenmekte. İlgi çekici olan bu müzeyi
mutlaka görmenizi öneririm.
Müzeden çıkınca hemen yanı
başında demirci ustası yer almakta. Lofoten'in tek demirci ustasıymış. Türkiye'de Bodrum'da da kalmış olan usta
bize Türkçe "karabatak" yapacağını söyleyerek işe koyuldu. Etraf
ateşte dövülen demirden yapılmış envai çeşit eserlerle dolu. Bu tecrübeyi de
kaçırmamalısınız.
Yttersand
Ana yol güzergahından biraz saparak adanın kuzey tarafını görmek istedik. Haritada trekking noktası olarak gözüken Yttersand'a vardık. Yolun sonuna vardığımızda manzaralı bir park yerinde park etmiş 10-15 adet araç ve bir tepeden inen insanları görünce doğru yere geldiğimi anladım.
Hava durumuna bağlı olarak
yumuşak ve dik olan tepeye tırmanmaya karar verdim. Ezgi'nin trekking
ayakkabısının yanında olmaması nedeniyle onu aşağıda bırakarak yarım saatlik
bir tırmanma ile manzarayı yukarıdan görmek istedim. Yarım saat sonra gördüğüm
manzara manevi anlamda son derece tatmin ediciydi. Yukarı tırmandıkça
"şuraya da ulaşayım, şu noktayı da göreyim" diye diye çıkıyorsunuz
ama bunun sonu ancak zirve. Hem aşağıda Ezgi'yi sıkıntıdan patlatmamak hem de
yağmurun da yaklaştığını görünce hızla geri döndüm. Tabi yarım saat oldu size
bir saat. Tam indiğimde başlayan sağanak doğru bir karar verdiğimi gösterdi.
Bu keyifli tecrübe kızımı da
imrendirdi ki, ne olursa olsun kendisi de bir sonraki noktada tırmanmak
istediğini dile getirdi.
Sıradaki istikametimiz
Ramberk idi. Havaalanından gelirken geçtiğimiz Ramberk'te bir yemek molası
verelim dedik. Burası da estetik ve huzur
dolu bir merkez. Açık büfe servis olan lokal ama şık lokantasında bir şeyler
atıştırıp dinlenmek güzel oldu.
Bu arada belirtmem gerekli ki
Lofoten'deki yerleşim yerlerinin hiçbirisinde birden fazla restoran yok. Her
yerde bir restoran işletmeciliği işini bir aile almış. Zaten kışın çok
turistin gelmediğini tahmin ettiğim bu yerlerde yaz sezonu da kısa olunca
lokanta işletmeciliğinin karın doyurmayacağı ortada. sanırım bu nedenle olsa
gerek bir köyde birden fazla lokanta görmek olanaksız.
Vitten
Ramberg'deki öğle yemeği
üzerine yola çıktıktan 20 dakika sonra yolda gördüğüm "cafe" tabelası üzerine
istikameti Vitten'e çevirmeye karar verdik. Vitten'e giden bu yolda öyle keyifli manzaralara denk geldim ki, yeri geldi arabadan inerek, o anları ölümsüzleştirmek istedim.
Tasarım merkezinin karşısındaki çok özgün dizayn edilmiş cafede kahvelerimizi alıp ahşap kokusu içinde yudumlarken yöreye özgü tatlıyı da afiyetle yedik. Böyle serin, kapalı ve romantik havalarda iştah ve keyfim her zaman tavan yapar.
Ballstad
Sonunda ikinci ve üçüncü gün
konaklayacağımız Ballstad'a vardık. Ballstad havaalanı Leknes'e çok yakın
olduğu için tercih sebebim olmuştu. İlk geceyi Norveçlilerin balıkçı köyü
evleri olan "robuer"lerden birinde geçirmeyi planladık. (Bkz:
Booking.com "Solsiden Byrgge Robuer")
Ballstad modern bir kasaba
gibiydi. Son derece modern konutların olduğu bahçeli evler birer tasarım
harikası. İstanbul Zekeriyaköy'deki villalar bunların yanında zayıf kalır.
Dünyanın en refah vatandaşlarından olan Norveçlilerin zevkli insanlar
olduklarını da söylemek gerek. Bu arada evlerin önünde sadece arabalar yok,
ayrıca karavanlar da var. Kanımca bu karavanlar ataları olan Vikinglerden gelen
gezgin ve macerasever yönlerini tamamlamakta.
Ve işte kaldığımız robuer...
son derece modern ve keyifli bir yer. Bu konforu görünce dışarı çıkmak istemedik.
Norveç'e yerleşsem burada kalabilirim diye düşündüm. Norveçlilerin akrabaları
olan İzlanda'nın İngiltere'yi elediği maçı da burada seyrettim.
6. Gün
Keyifli bir sabah kahvaltısı
ardından eşyalarımızı toplayıp yola koyulduk. Lofoten'deki son günümüzde
programın elverdiği ölçüde kuzeye çıkacaktık. Bu amaçla ilk durağımız da Lofotr'daki
Viking Müzesi oldu.
Viking Müzesi diyorum ama
burası çok geniş bir arazi üzerine kurulmuş geniş bir kompleks. Tek çatı bir
bina olmaktan ziyade doğrudan bir köy şeklinde canlandırılmış bir yer. Bu
müzede aldığımız bilgiler Vikingler'in derin bir geçmişe ve Avrupa kültürü
üzerinde önemli bir etkiye sahip olduklarını gösterdi. Viking dediğimiz topluluğun bugünkü varisleri
Norveçliler, İsveçliler, Danimarkalılar ve İzlandalılar. Avrupa medeniyetinin
Yunan ve Roma medeniyetlerinden sonraki üçüncü temel taşı olan Viking
Medeniyeti'nin Avrupa kültürüne maceracı ruh ile ticaret kültürünü aşıladığını
öğrenmek ilginç oldu. Barbar olarak bildiğimiz Vikinglerin günümüz Rus ve
Ukraynalıların da ataları olduğunu öğrenmek şaşırtıcı oldu. Dahası bu adamlar
eski ismiyle Konstantinopolis olan İstanbul'a da deniz yoluyla gelip ciddi
şekilde ticaret yapmışlar. Zaten kendi devirlerine ait ürettikleri eşyaları
gördüğünüzde ciddi bir zanaatkar sınıfı olduğunu görüyorsunuz.
Burada önce merkez binadaki
görsel sunumlara katılıyorsunuz. Ardından 150 m ilerideki açık alanda yer alan
100 m'lik bir Viking Evi'ni geziyorsunuz. Vikinglerin içinde köleleri ve
hayvanları dahil hep birlikte yaşadıkları bu evi görmek ilginç bir tecrübe. Bu
ev 13.yy'dan kalma ve kazılar ile 19.yy'ın başında bulunmuş gerçek bir ev.
ODİN: Tanrıların tanrısı ve en zekisi. Kardeşleri ile dünyayı yaratmış.
İrfan ve bilgelik tanrısı Mime'nin çeşmesinden içebilmek için tek gözünü
feda etmiş. Norveç mitolojisine göre her gün bir yudum içme hakkı varış.
Gerçek Viking şapkası. İçi sert bir tahta ve dışı deri kaplı.Bizim neslin Vikingler çizgi filminden tanıdığı boynuzlu şapkanın gerçekle alakası yokmuş. 1950'li yıllarda Wagner'in bir operasında boynuzlu şapka kullanıldığı için akıllarda o kalmış.
Ardından isteyenler 1 km ilerideki gölün kenarında saat başı kalkan Viking Teknesi ile göl gezisi yapabiliyor.
ODİN: Tanrıların tanrısı ve en zekisi. Kardeşleri ile dünyayı yaratmış.
İrfan ve bilgelik tanrısı Mime'nin çeşmesinden içebilmek için tek gözünü
feda etmiş. Norveç mitolojisine göre her gün bir yudum içme hakkı varış.
Gerçek Viking şapkası. İçi sert bir tahta ve dışı deri kaplı.Bizim neslin Vikingler çizgi filminden tanıdığı boynuzlu şapkanın gerçekle alakası yokmuş. 1950'li yıllarda Wagner'in bir operasında boynuzlu şapka kullanıldığı için akıllarda o kalmış.
Ardından isteyenler 1 km ilerideki gölün kenarında saat başı kalkan Viking Teknesi ile göl gezisi yapabiliyor.
Rahatlıkla 3-4 saatinizi alan
bu yeri mutlaka görün derim.
Bu keyifli turun ardından bu
akşama kadar gidebileceğimiz en uzak noktayı Svolvaer olarak belirledik. Oraya
giden yolu da, daha bakir olsun diye, kim yerde uzatalım dedik. Lofotr'dan
çıktıktan sonra Bo, Hoynes, Kvalnes, Rekdalen, Valle, Stetra'ı takip ederek Sundklakk,
Kleppstad, Lyungvaer üzerinden Kabelvag'a vardık. Bu saydığım güzergahları
takip ederken gördüğüm manzaralar keyifli bir yemeğin üzerine yenen enfes bir
tatlı gibiydi.
Bir de Kabelvag'daki Vagan
Kilisesi, son günün keyifli son durağı oldu.
Daha çok göçmenlerin olduğunu
gördüğüm Kabelvag ise çok durgun bir yer gibi geldi. Burada yemek yiyecek bir
yer de bulamayınca dönmeye karar verdik.
Dönüş yolunda da geçmediğimiz
kısımlardan geçerek Ballstad'da kalacağımız Villa Ballstad'a geldik.
Anahtarımızı, bize bildirilen şifreyi kullanarak kapının kenarında yer alan
kilitli dolaptan alarak içeri girdik.
Manzara yine harika.
Yerleşip dışarı çıktığımızda etrafta
yakılan ateşleri ve dumanı görünce acaba "toplu mangal festivali" mi
var diye düşünmedim değil. Ama hemen komşu villada da benzer bir ateşin
yakıldığını görünce dayanamadım ve ziyaretlerine gittim. Meğerse eski bir pagan
geleneği olarak her 23 Haziran'da ateşler yakılarak uzayan günler diğer bir
deyişle yazın gelmesi kutlanıyormuş. Bugün ayrıca St John'un doğum günü olarak
kutlanmaktaymış.
Ballstad'daki güneşli son
gecemizde de evimizin bahçesinde bu muhteşem doğayı içimize çekerek geçirdik.
7. Gün
Ve dönüş yolu. Hüzünlü ama
güneşli bir cuma sabahı. Sabah 08:50'deki uçağımız için saat 08.00'de
havaalanına geldik ama bizden başka kimseler gelmemişti. Aracımızın anahtarını
teslim kutusuna atarak ve aracı park alanına bırakarak teslim işlemimizi
gerçekleştirdik.
Çantalarımızı Wideroe Havayolları'na teslim ederek check-in işlemini gerçekleştirdik. Yine 20 dakikalık bir uçuş ile Bodo'ya vardık.
Hemen belirteyim ki dönüş yolunda Bodo'dan direk Oslo'ya gitmek yerine Bodo'da dört saatlik bir aktarma zamanı, Bodo'dan Trondheim'a gidiş ve orada akşam 21:30'a kadar bekleme ve 21:30 uçağı ile Oslo'ya gidecek şekilde biletleme yapmıştım. Maksat dönüş yolunda da bir yerleri görebilmekti.
Bodo
Bodo'da hava kapalı idi. Norwegian Havayolu ile Wideroe aynı şirket olduğu için Leknes Havaalanı'nda verdiğimiz bagajlarımız otomatik olarak aktarılacaktı. Bu yüzden çanta takip derdi olmadan hemen kendimizi dışarı attık. Taksiyle mi gidelim, yürüyerek mi diye karar vermeye çalışırken merkezin yürüyerek 20 dakika mesafede olduğunu öğrenince yola koyulduk. Merkeze ilerlerken incelediğim haritada uçağın kalkış saatine göre en mantıklı işin merkezden geçerek Havacılık Müzesi'ne gitmek olduğunu gördüm. Bir taraftan kuru üzüm ve leblebilerimizle enerjimizi alırken bir taraftan da müzeye erişmek için adımlarımızı hızlandırdık. Sonunda geldiğimiz müzede keyifli bir zaman geçirdik. Tek üzüntümüz "uçuş simülasyonu"nun saat 12:30'da yani uçağımızın kalkış saatinde başlayacak olmasıydı. Ama müzeyi dolaşmak ve uçakları görmek ve hatta hava kontrol kulesine çıkmak oldukça öğretici ve ilgi çekiciydi.
Bodo'ya ilişkin çok gözlem imkanımız olmadı. Mesela deniz kenarında bir şehir olmasına ve limanı bulunmasına rağmen zaman kısıtı nedeniyle buraları göremedik. Ama şunu söyleyebilirim ki, tüm Norveç'te hakim olan insan odaklılık burada da kendini belli etti. İnsanların detay ihtiyaçlarına göre tasarlanmış yollar, parklar vs bunun bir göstergesi.
Tromdheim
Norveç'in üniversiteler şehri Trondheim'a indiğimizde çok keyifli bir havayla karşılaştık. Havalimanı şehir merkezine yarım saat mesafede olduğu ve ben hiçbir hazırlık yapmadığım için Norveç'in Havaş Servisi'ne binerek merkeze geldik. Bu arada telefonumdan yaptığım kısa bir sorgulamada mutlaka görülmesi önerilen yerlerin yürüme mesafesinde olduğunu görmek iyi oldu. Düz, estetik ve deniz kenarında yer alan bu şehrin nüfusunun %10'unu öğrenciler oluşturmaktaymış. MS 990 yılında kurulan bu şehir zamanında Vikinglerin başkenti olmuş. Trondheim'in anlamının da Trond'un Evi olduğunu öğrendim. Bu arada Rosenburg futbol takımını da bu şehrin takımı.
Nidaros Katedrali:
Turistik yerlerin başında yer almakta. Bu katedral 11.yy'da krallık yapan Saint Olav'ın mezarı üzerine inşa edilmiş. 1537 yılından önce katolik kilisesi olarak Roma'ya bağlı olan bu kilise, bu tarihten sonra Protestan Lüteryan Kilisesi'ne bağlanmış. Bu katedral özelliği en kuzeyde yer alan tek gotik tarzdaki kiliseymiş. Rehber eşliğinde 172 basamak çıkarak ulaştığımız tepsinden görülen manzara harika.
Old Town Bridge (Gamle Bybro): Trondheim'in turistik noktalarının başında bu kırmızı köprü gelmekte. Nidelva nehrinin üzerinde yer alan bu köprü tarihi merkezle Bakklandett mahallesini bağlamakta. Köprünün üzerinde fotoğraflık muhteşem manzara var.
Bakke Bru: Bu köprü üzerinden
eski köprünün fotosunu çekebilirsiniz. Bu iki köprü arasındaki renkli ahşap
evler Trondheim'in bence en çarpıcı varlıkları. 400 yıllık bu evlerin suda
yansımaları tam fotoğraflık.
Rocheim: Norveç'in pop ve rock kültür müzesi. 6 katlı bu ilginç müzede iki interaktif ortamlarda Norveç'in pop ve rock tarihi hakkında bilgi alıyorsunuz.
Balık Pazarı: Balık yemek isterseniz burayı tercih edebilirsiniz Önündeki küçük park bizim Sarıyer'ı andırmakta.
Sonuç olarak
Bodo'dan Oslo aktarmasını 9 saat tutarak güzel bir iş yaptık. Bu keyifli
turistik öğrenci ağırlıklı şehri görmüş olduk.Yazın güneşin batmadığı bu
keyifli yerleri kış zamanında görmeyi çok isterdim. Eminim ki o mevsimin de
ayrı güzellikleri vardır.
Oslo'da görülecek çok yer var ama ana noktalar şunlar: Vigeland Park, Akershus Kalesi, Opera Binası, Munch Müzesi, Fram Müzesi, Viking Müzesi, Kon-Tiki Müzesi, Nobel Barış Merkezi, Kraliyet Sarayı, Kültür Tarih Müzesi ve diğer bir çok müze. Bu kadar çeşit içinde, otele de yakınlığını düşünerek, istikametimizi Akershus Kalesi'ne çevirdik. Bu arada Vigeland Parkı'na ilk gün gittiğimizi hatırlatmak isterim.
Bu
heykel, 1624 yılındaki büyük yangın sonrasında harap olan şehrin yeniden inşa
edileceği noktayı gösteren Danimarka-Norveç
Kralı IV. Christian'a adanmış. Gerçekten de "şehir buraya
kurulacak" diye buyuran kralın emri üzerine şehir o noktaya kurulmuş ve o
bölgeye de kralın adına Christiania denmiş.
Roald Amundsen
8. gün
Oslo
Bir gün önce
"güneşli bir gecede" vardığımız ve son durağımız olan Oslo'daki
sekizinci günümüze güneşli bir havada başladık. Bu sefer Park Inn by Radisson
otelinde konakladık. Kahvaltımız ardından kendimizi hemen dışarı attık.
Oslo'da görülecek çok yer var ama ana noktalar şunlar: Vigeland Park, Akershus Kalesi, Opera Binası, Munch Müzesi, Fram Müzesi, Viking Müzesi, Kon-Tiki Müzesi, Nobel Barış Merkezi, Kraliyet Sarayı, Kültür Tarih Müzesi ve diğer bir çok müze. Bu kadar çeşit içinde, otele de yakınlığını düşünerek, istikametimizi Akershus Kalesi'ne çevirdik. Bu arada Vigeland Parkı'na ilk gün gittiğimizi hatırlatmak isterim.
Christiania
Otelimizin
hemen arkasında yer alan Christiania Caddesi'ne çıktığımızda karşımıza "bulunduğu
noktayı işaret parmağı ile gösteren bir el" heykeli gördük.
Akerhus
Müzesi
Mükemmel
konumuyla fotoğraf severler için ana duraklardan birisi. Limana ve şehre
yukarıdan bakan kalenin inşasına 1299 yılında başlanmış ve 1300lerin başında
bitmiş. Tarih boyunca defalarca kuşatma gören bu kale Kral IV. Christian
zamanında (1588-1648) modernize edilerek Rönesans tarzı yapısına kavuşmuş ve
kraliyet ailesinin ikametgahı olmuş.
Biz
de vakit kaybetmeden gezimize surlardan başladık. Şansımıza güneşli olan bu
güzel havada limanın surlardan görüntüsü harikaydı.
Ardından
biletlerimizi alarak Audio Guided Tour ile gezimize başladık. Başında
belirteyim ki, Norveç kültürü hakkında son derece verimli bir gezi. Kalenin tüm
odalarının ayrı bir hikayesi var. Kraliçe ve ailesinin açlık çektiği, tahıl
ambarı olarak kullanıldığı zamanlarda farelerin bastığı, hayalet hikayelerinin
türediği zamanlara ait ilginç hikayeleri dinleyebilirsiniz.
Liman
Bölgesi
Kaleden
çıkınca limana indik. Güneşli, canlı ve insanların akın ettiği keyifli bir
lokasyon.
Bygdoy
Limandan kalkan teknelerle Oslo'nun müzeler bölgesi Bygdoy'a ulaşılabiliyor. Bygdoy Oslo'nun büyük merkezlerinden olan bir yarımada. Burası hedefimizdeki müzelerin olduğu ve kalburüstü Osloluların yaşadığı bir yer. Biz de biletimizi alarak 10-15 dakikalık bir yolculuk ile Bygdones İskelesi'ne vardık.
Bygdoy
Limandan kalkan teknelerle Oslo'nun müzeler bölgesi Bygdoy'a ulaşılabiliyor. Bygdoy Oslo'nun büyük merkezlerinden olan bir yarımada. Burası hedefimizdeki müzelerin olduğu ve kalburüstü Osloluların yaşadığı bir yer. Biz de biletimizi alarak 10-15 dakikalık bir yolculuk ile Bygdones İskelesi'ne vardık.
İskeleden inince tabelaları takip
ederek 15 dakika kadar yürüdükten sonra Viking Müzesi'ne ulaştık. Vikinglere
ait en eski kalıntıları görebileceğiniz harika bir müze. 9.yy'dan günümüze
kadar kalabilmiş üç viking gemisinin ve beraberinde bulunan eşyaların
sergilendiği bu müzeyi bence mutlaka görmelisiniz. 20.yy'ın başında keşfedilen
bu gemilerin klan şeflerinin mezarı olduğu anlaşılmış.
Özellikle ince işçiliği
gördüğünüzde Viking zanaatkarlığının ulaştığı noktayı tahmin edebiliyorsunuz.
El işlerinde bu kadar maharetli bir denizci toplumun zamanının kıta
ticaretine öncülük etmesi kaçınılmaz bir durum gibi.
Kon-Tiki Müzesi
Thor Heyerdahl adındaki bir kaşifin
varlığını öğrendiğim Kon-Tiki Müzesi ziyareti oldukça ilginçti.
Norveç
kaşifleri denince sadece Nepal yerlisi Şarpa Tenzing ile Himalayalara tırmanan
Norveçli Amundsen'i bilirdim. Meğerse bu denizci Norveçliler, ataları Vikingler
gibi, başta kutup bölgeleri olmak üzere dünyanın her yerine gidip keşiflerde
bulunmuşlar. Tüm bu adamların hikayelerini öğrenmek ilginç oldu. Kon-Tiki
müzesi, bu bilim adamlarından Thor Heyerdahl'in hikayesini anlatmakta.
Bu bilim insanı 1947 yılında, Pasifik Okyanusu'nda yaklaşık 7.000 km'lik bir rotayı (Güney Amerika'nın batı kıyılarından Tahiti'nin doğusundaki adalara yolculuk), balsa ağacı kütüklerinden yapılmış ilkel bir sal ile, yanındaki beş kişiyle birlikte 101 günde geçmeyi başarmış. Bu sala da, efsanevi İnka güneş tanrısı Kon-Tiki'nin ismini vermiş. Neden böyle bir maceraya atıldığını öğrenmek daha ilgi çekiciydi. Şöyle ki, amacı eski çağlarda Amerika'da yaşayan insanların, okyanusu salla geçerek Polinezya'da koloniler kurmuş olabileceği düşüncesini kanıtlamak istemesi. Bu düşünceye nereden kapılmış derseniz, MÖ 3.000 yıllarında hüküm süren Mısır ve Peru medeniyetleri ortaya koydukları eserler itibariyle aynı bilim ve teknoloji seviyesinde olduklarını göstermişler. Her iki toplum da piramitleri inşa etmiş, benzer yazı sanatlarını kullanmış, güneşe tapmışlar ve ölülerini mumyalamışlar. Daha da önemlisi benzer sal teknolojisini kullanmışlar. Eski Mısırlılar Nil'deki papirus kamışlarından yararlanırken Peru'nun dahi insanları bölgesel başka bir kamış cinsini kullanmışlar. Hal böyle olunca, Heyerdahl iki kültür arasında bir bağlantı kurulmuş olması gerektiği görüşünü ortaya atmış. Bu nasıl olur? Ancak o zamanın teknolojisi kapsamında bir şekilde kıtalar arası yolculuk yapılmış olması suretiyle mevcut teknolojinin transferi ile mümkün olabilir. Sonuç olarak okyanusu geçen bu insanlar bir şekilde Polinezya'da koloniler kurmuş olabilirler. Onun da ispatladığı üzere gerçekten bu adalarda insan kolonileri tespit edilmiş.
Bu bilim insanı 1947 yılında, Pasifik Okyanusu'nda yaklaşık 7.000 km'lik bir rotayı (Güney Amerika'nın batı kıyılarından Tahiti'nin doğusundaki adalara yolculuk), balsa ağacı kütüklerinden yapılmış ilkel bir sal ile, yanındaki beş kişiyle birlikte 101 günde geçmeyi başarmış. Bu sala da, efsanevi İnka güneş tanrısı Kon-Tiki'nin ismini vermiş. Neden böyle bir maceraya atıldığını öğrenmek daha ilgi çekiciydi. Şöyle ki, amacı eski çağlarda Amerika'da yaşayan insanların, okyanusu salla geçerek Polinezya'da koloniler kurmuş olabileceği düşüncesini kanıtlamak istemesi. Bu düşünceye nereden kapılmış derseniz, MÖ 3.000 yıllarında hüküm süren Mısır ve Peru medeniyetleri ortaya koydukları eserler itibariyle aynı bilim ve teknoloji seviyesinde olduklarını göstermişler. Her iki toplum da piramitleri inşa etmiş, benzer yazı sanatlarını kullanmış, güneşe tapmışlar ve ölülerini mumyalamışlar. Daha da önemlisi benzer sal teknolojisini kullanmışlar. Eski Mısırlılar Nil'deki papirus kamışlarından yararlanırken Peru'nun dahi insanları bölgesel başka bir kamış cinsini kullanmışlar. Hal böyle olunca, Heyerdahl iki kültür arasında bir bağlantı kurulmuş olması gerektiği görüşünü ortaya atmış. Bu nasıl olur? Ancak o zamanın teknolojisi kapsamında bir şekilde kıtalar arası yolculuk yapılmış olması suretiyle mevcut teknolojinin transferi ile mümkün olabilir. Sonuç olarak okyanusu geçen bu insanlar bir şekilde Polinezya'da koloniler kurmuş olabilirler. Onun da ispatladığı üzere gerçekten bu adalarda insan kolonileri tespit edilmiş.
Bu hikaye belgeselleştirilmiş
olarak 1951 yılında Oscar Ödülü'nü kazanmış. 2012 yılında da bu maceranın filmi
çekilmiş. Önerilir.
Fram
"Fram" en meşhur Norveç
kutup keşif gemisinin ismi. Bu müze de, Norveç'in kutup keşif geçmişi hakkında
bilgi vermek üzere kurulmuş ve ismini de, sergisine ev sahipliği yaptığı aynı
isimli gemiden almış.
Bu müzeyi gezerken hem Norveç'in
kutup keşif tarihine katkı yapan kaşifleri öğreniyorsunuz, hem de onların
ortaya koydukları bilgiler üzerine kuzey kutbunu keşfeden ve meşhur keşiflere
imza atan en önemli kaşiflerin hayatları hakkında bilgi ediniyorsunuz.
Otto Sverdrup
Roald Amundsen
Fridtjof Jansen
Roald Amundsen
Fram notlarımı ünlü kaşifin
sözleri ile bitiriyorum:
"Victory awaits him, who has everything in order - luck we call it. Defeat is
definitely due for him, who has neglected to take the necessary precautions -bad luck we
call it"
"Zafer herşeyi düzenli, planlı yapanları bekler, buna şans derler. Mağlubiyet ise gerekli önlemleri ihmal edenleri bekler ki buna da kötü şans deriz"
Fram Müzesi gezisi ardından
istikametimizi Denizcilik Müzesi'ne çevirecektik ama hem yorgunluk hem de
ilerleyen saat nedeniyle geri kalan zamanımızı Oslo merkezine vermek istedik.
Geldiğimiz tekne ile Oslo merkeze geri döndük.
Merkeze döndüğümüzde etraftaki
insan renkliliği dikkatimizi çekmişti ve sonradan öğrendiğimiz üzere, biz müzeler
bölgesinde gezerken Oslo merkezinde geleneksel LGBT Yürüyüşü organizasyonunun gerçekleştirilmiş
olduğunu öğrendik. Bu festivali kaçırmış olduğumuza üzüldüğümü itiraf edeyim.
Biz yine de son saatlerimizin tadını bolca gezerek ve dondurma yiyerek
çıkarttık.
Sözün Özü
En keyif aldığım yurt dışı gezim oldu. İlk fırsatta
diğer Viking ülkelerine de gitmeyi planlarıma koydum. Bu arada belirtmeliyim ki
2016 kış döneminde kuzey ışıklarını görmek için Norveç'e tekrar gelmeyi
planlıyorum. Buralara gelirseniz sadece büyük şehir gezileri yapmayın derim.
Mutlaka kuzeye doğru gidin ki, bu gezi planınızı da mümkünse minimum bir hafta olarak
planlayın. Avrupa medeniyetinin üç temel kültüründen biri olan Viking
kültürünün "sosyal birliktelik" geleneği günümüz İskandinav
toplumlarını diğer batılılardan ayıran en önemli özellik bence. Bugün ABD "İskandinav
usulü sosyal demokrasi"yi tartışıyorsa bizlerin de bu toplumları
irdelemesi iyi olur düşüncesindeyim. Çünkü bizim ülkemizin geçmişi ile kültürel
benzerlikler gösteren bir toplum. Rusların da atası olan Viking torunlarının
kurduğu bu medeniyet hem sosyal toplum anlayışını, hem de doğayla uyumlu sade bir
estetik anlayışını içermekte. Bu zamana kadar görmediğime üzgünüm. İnanıyorum ki bu gezimde görebildiklerim görebileceğim güzelliklerden çok azı.