14 Eylül 2016 Çarşamba

NORVEÇ

Haziran ayında öyle bir ülkeye gittim ki, sahip olduğu değerleri itibariyle "ütopik" sayılabilecek bir ülke. Dünyanın tepesinde, İskandinavya'da konuşlanmış bu toplum son derece üretken ve kendi başarı hikayesini yazmaya devam etmekte. İnsanları mutlu, insanları güzel, insanları sağlıklı. Daha önce dikkatimi nasıl çekmedi bilemiyorum ama şimdiye kadar gezdiğim yerler içinde gerek yaşam felsefesi gerekse doğal güzellik olarak en çok etkilendiğim yer. Mutlaka görülmesi gerektiğine inandığım Norveç'e yaptığım gezide öğrendiğim ve aklımda kalanlar kısaca şöyle;
  • Dünyanın en mutlu insanlarının yaşadığı, Viking ailesinin dört üyesinden biri (İzlanda, İsveç ve Danimarka),
  • Buz ve ateşin biçimlendirdiği ve Yüzüklerin Efendisi'ne esin kaynağı olan özel bir coğrafya,
  • Meşhur "saga"ların doğduğu fjord cennetine sahip topraklar,
  • İnsanlarının, üyesi olduğu toplum için yaşadığı, savurganca yaşamanın diğerlerinin gözünde"ayıp" sayıldığı dünyanın en refah memleketi,
  • Elli yıl önce Kuzey Denizi'nde buldukları petrol ile piyangoyu kazanan ancak bu durumu "üretmeden, tüketim kültürünü körüklediği" gerekçesiyle gelecek nesiller açısından dert eden,
  • Petrole dayalı sanayileşmesinin küresel ısınmaya etkisi nedeniyle doğaya verdiği zarara üzülen,
  • Devlet petrol şirketinin kazandığı paraların "toplum yararına" harcanması aşamasında resmi danışmanlık aldığı bir "filozof" çalıştıran,
  • Dünyanın en modern hapishanelerine sahip, "intikam" duygusuna bağlı cezalandırmak fikri yerine, "benim komşum olacak, en iyi şekilde topluma kazandırılmalı" düşüncesi üzerine kurulu bir hapishane (rehabilitasyon merkezi demek daha doğru) sistemine sahip olan, ölüm ve müebbet cezalarının olmadığı,
  • Liseyi bitiren her gencinin cebine 10.000 € koyarak bir yıl boyunca hayatı ve kendisini tanıması için destek veren bir anlayışa sahip,
  • Fotoğrafçıların hayran olduğu, Lofoten Adaları, Pulpit Rock, Preikestolen, Kjerag, Nord Capp gibi efsane doğal güzelliklere ev sahipliği yapan bir toplum, bir ülke.

Hafızamda derin izler bırakan, kızım Ezgi ile gerçekleştirdiğimiz 8 günlük Norveç yolculuğumuzun notlarını beğeninize sunuyoruz. Biraz uzunca gelebilir ama gitmek isteyenler için yararlı paylaşımlar olduğuna inanıyorum.



NORVEÇ (Oslo, Bergen, Lofoten, Trondheim, Bodo)

Profesyonel hayatıma ara verdiğim süre içinde en çok görmek istediğim destinasyonlardan birisi İskandinavya coğrafyası idi. Derinlemesine araştırmaya başladıkça, Viking coğrafyası olarak geçen Norveç, İsveç, Danimarka, İzlanda dörtlüsünü tek bir geziye sıkıştırmak yerine, her birine ayrı ayrı odaklanmanın daha tatmin edici olduğuna inanarak rotamı öncelikli olarak Norveç'e çevirdim. Mart ayında Pegasus'tan aldığım ekonomik biletler sayesinde de ilk adımı atmış oldum. TEOG maratonunun stresinden kurtulacak olan kızıma da iyi geleceğini düşünerek sekiz günlük bir rota planladım. Tur programının içini doldurmayı ise ancak geziye iki hafta kala başarabildim.

Sonuçta kuzey-güney uzunluğu 2.200 km olan bir ülke. Türkiye'nin doğu-batı uzunluğunun 1.650 km olduğunu düşündüğünüzde coğrafi olarak kısa sürede gezilecek bir ülke değil. Hangi yerlerin görüleceğinin önceliklendirilmesi için zamana ihtiyaç duydum.



Süre sınırlı ve mesafeler uzun olduğu için dikkatli bir planlama yapmam gerekliydi. İnternette yaptığım araştırmada öğrendim ki, yukarıda ismini saydığım "fotoğrafçıların hayran olduğu" yerlerin bazıları farklı mesafelerde ve rehber eşliğinde trekking turlarına konu olan yerler. Bu nedenle odağımı Oslo, Bergen ve Lofoten'a verdim. Planladığım güzergah konusundaki endişelerimi gidermek konusunda da şanslıydım çünkü, daha önce Norveç'e ziyaret yapmış olan dostlarımın sayesinde tanıştığım, Oslo'da yaşayan kokartlı rehber Nilüfer Hanım'a danıştım. Yolculuğumuzun son hali de şu şekilde netleşmiş oldu;

"İstanbul-Oslo-(Flam üzerinden) Bergen-Oslo-Lofoten-Bodo-Trodheim-Oslo-İstanbul"

1. Gün

Oslo:

18 Haziran'da Sabiha Gökçen'den saat 10:00'da kalkan uçağımız yerel saat ile 12:55'de Oslo'ya indi. Çok rahat ve kalabalık olmayan "güler yüzlü" bir pasaport kontrolü ardından tren ile Oslo merkeze 25 dakikada geldik. Merkezde bulunan otelimiz Citybox Oslo'ya 15 dakikalık bir yürüyüş ardından vardık ve yerleşmemizi takiben, rehberimiz Nilüfer Hanım ile önceden anlaştığımız üzere saat 15:00'de buluştuk. Kendisi ile saat 18:00'e kadar birlikte olduk. Yürüyüş ağırlıklı bu panoramik gezide, şansımıza hava da güneşli idi. Bu tur esnasında Opera Binası'nı, Akershus Kalesi'ni, Liman bölgesini, Nobel Müzesi'ni ve ardından metro ile gittiğimiz Vigeland Parkı gördük.





Buraların hikayesini bilen bir insandan dinlemek ayrı bir keyif. Özellikle Vigeland Parkı çok ilginçti. Çıplak insan heykellerinin bulunduğu bu park, dünyanın en büyük heykel parkı. Sanatçı Gustav Vigeland tarafından tasarlanmış ve tümü kendisi tarafından yapılmış 214 parça heykelin bulunduğu bu park 1949 yılımda açılmış. Ne üzücü ki, kendisini bu parka adayan sanatçı parkın açılışını göremeden vefat etmiş. Heykeller insanoğlunun yaşam döngüsündeki doğum, çocukluk, gençlik, yetişkinlik, yaşlılık evrelerini ve bu dönemlerdeki duyguları çarpıcı şekilde ortaya koymakta. Her bir heykelin önünde bekleyip yaşadığımız tanıdık duyguları görmek geçmişimizi ve sevdiklerimizi hatırlamak, aramızda olmayanları anmak için enteresan bir vesile olabilir. Mutlaka görün.





Bu keyifli üç saatlik birliktelik ardından Nilüfer Hanım ile vedalaşmamızı takiben Ezgi'yle Kraliyet Sarayı'na doğru Karl Johans Caddesi üzerinden yürüyerek keyifli bir açık havada akşam yemeği yemeye karar verdik.

Bu arada hemen belirteyim ki, havalimanında ve otel etrafında gördüğüm güzel bayan popülasyonu şehir merkezinde de aynen  bulunmakta. İster istemez insanın dikkatini çekiyor. Barbi bebek gibi bir garson kapıda bizi karşıladı ve yer gösterdi. Hani derler ya "o kadar güzeller ki, gözlerine bakamıyorsun". Abarttığımı düşünüyorsanız gidin, görün.

Neyse gelelim yemeğimize. Çevrede yer alan fit ve güzel insanların arasında yemeğimizi yedik, hesabı istedik ve Norveç ile ilgili en önemli tespitlerden birini daha yaptık; "harbiden pahalı". Bu yüzden size önerim ödediğiniz her hesap ardından TL'ye çevirip moralinizi bozmayın:-) 
 
Yol yorgunluğu üzerine bir de yemek sonrası bir ağırlık geldi. Ama güneşe bakıyorsunuz, halen tepemizdeydi. Ezgi saatin 22:00 olduğunu söylemese oturmaya devam edecektik. Sabah çok erken kalkmamız gerektiği için otelimize vardık, uyku pozisyonuna geçtik ve çok kalın olan perdeyi çektik ki, saat 23:30 olmasına rağmen aydınlık olan bu havada uyuyabilelim. Oslo'yu tam anlamıyla keşfetmeyi programımızın son gününe bıraktık.



2. Gün

Oslo - Flam - Gudvangen - Voss - Bergen (Norway In a Nutshell)

Norveç'teki ikinci günümüzde istikametimiz Bergen idi. Ancak Bergen'e trenle doğrudan gitmek yerine "Norway in a Nutshell / Ceviz kabuğunda Norveç" turunu denemek istedik. Bu tur dahilinde Oslo-Myrdal arasını tren ile kat edip Myrdal'da tarihi ve panaromik Flam trenine biniliyor.  45 dakikalık bir yolculuk ile güzel manzaralar eşliğinde Gudvangen'e varıp oradan feribot ile 3 saatlik bir fyord turuna katılıyorsunuz. Ardından Gudvangen'de otobüslere binip, yine keyifli manzaralar eşliğinde Voss'a varıp oradan tren ile Bergen'e varıyorsunuz. Biz de bu güzergahı yapabilmek için ertesi sabah otelden erken check-out yapıp sabah 06:25 treni ile 11:48'de varacağımız Myrdal'a doğru yola çıktık.



Trenler çok rahat ve temizdi. Seyahat esnasında gördüğümüz manzaralar sürprizlerle doluydu. Tamamen göze hoş gelen sade ve estetik yapılar doğa ile uyumlu şekilde karşınızda durmakta. Bir de coğrafyanın kendine has doğal güzelliği eklenince enfes bir tablo karşınıza çıkıyor. Yeşillikler ve göl manzaraları ardından kuzeye doğru ilerlerken birden iklim değişiyor ve coğrafya beyazlaşıyor. İşte böyle bir manzara içinde giderken, Myrdal'a 45 dakika mesafedeki Finse'de saat tam 11:00'de mola verdik, hem de 15 dakika. Yolcuların fotoğraf çekmeleri ve temiz hava almaları için planlanmış bu mola Oslo dışındaki Norveç'i ciğerlerimde ve tenimde en somut şekliyle hissettiğim ilk andı, harikaydı.



Saat 11:48'de vardığımız Myrdal tren istasyonu yeşil dağlar arasında küçük bir yerleşim noktası. Burada gezme imkanımız olmadı çünkü trenden inince 15 dakika sonra gelecek olan tarihi Flam Treni'ni beklemeye başladık.



Flam Treni geniş camları ve ahşap mobilyaları itibariyle bir gezi treni. Yalnız çok kalabalık olan bu trende sağ tarafta mı, yoksa sol tarafta mı oturacağınızı kestiremiyorsunuz. Bendeniz güzel fotoğraflık manzaraları kaçırmamak için ayakta gitmeyi tercih ettim. İtiraf etmeliyim ki çok güzel fotoğraf çekme şansınız pek yok çünkü camın gerisinden güzel manzarayı yakalamak zor olduğu gibi tren sadece bir noktada mola veriyor.



Zaten bu geziden aklımda kalan tek an da bu molanın verildiği Kjosfossen Şelalesi'ndeki 10 dakikalık fotoğraf molası idi. 90 m'lik bu heybetli şelaleden gelen su tanecikleri yüzünüzü ve vücudunuzu serinletirken harika bir yerel müzik eşliğinde şelale kenarında dans eden kırmızılı dansçı çok güzel bir sürpriz oldu.

Tren gezisi sonunda Flam'a vardık. Trenden inince elimizdeki çantalarla ne yapalım derken stratejik bir hata yaptım ve "nasıl olsa tekrar buraya döneriz" şeklinde düşünerek hemen indiğimiz yerin ilerisinde bekleyen feribotla fyord turu yapalım dedim. Tabi sonradan farkettim ki Flam'da başlayan 2,5 saatlik tur Gudvangen'de bitiyor ve oradan otobüslerle Voss’a gidiliyor. Neyse sonuçta Flam'ı keşfedemeden fyord turuna başlamış olduk. Size önerim Flam Köyü'nde güzel bir zaman geçirin.



Enfes manzaralar eşliğinde ruhumuzu dinlendirdiğimiz bu huzur dolu gezide bize eşlik eden martılarla annemin hazırladığı mayalı açmaları paylaştık. Belirtmeliyim ki bizim İstanbul'un martıları gibi çevik olmayan fyord martılarının havada kapma kapasiteleri düşük.



Bu gezi esnasında fjordların eteklerindeki köyleri tarif etmem mümkün değil. Huzurun içindeki bu sakin ve sevimli yerlerden birinde gecelemek isterdim. Bu müthiş manzaraya karşı yamaç paraşütü yapanları görünce bu insanların yaşamlarına gıpta ediyorsunuz.






Harika gezinin ardından vardığımız Gudvangen'de vakit kaybetmeden bekleyen otobüse binip yine keyifli manzalar eşliğinde Voss'a doğru yola çıktık.Yaklaşık 50 dk süren bu otobüs yolculuğu da şimdiye kadar tecrübe ettiğim en keyifli otobüs yolculuğuydu  diyebilirim.



Voss:

Voss için "Norveç'in Macera ve Adrenalin Başkenti" diyorlar. Bizi Bergen'e götürecek trene 1,5 saat olduğunu görünce merkeze yürüyelim dedik. Güneşi gören soluğu dışarıda almış. Karnımızı doyurmak için göl kenarında sevimli bir restauranta geldik.  Bu esnada burası ile ilgili okuduğum bilgilere göre her türlü outdoor aktiviteleri çok meşhurmuş. Karlı dağlar, nehirler, şelaleler, göller ve ormanın şenlendirdiği Voss iki önemli fyord (Sognefjord ve Hardengenfjord) arasında konumlanmış. Outdoor aktiviteleri anlamında iki yüzyıldır Avrupalılar için önemli bir ziyaret noktasıymış. Adrenalin tutkunları için duyurulur.




Bergen

Bir saatten az bir yolculuk ardından Bergen Garı'na saat 18:30'da vardık. İndikten sonra merkeze 15 dakikalık yürüme mesafesinde olan otelimize (Augutine Hotel) yürüyerek gidelim dedik. Pazar olması nedeniyle güzergahımızda pek kimseleri göremedik. 19:00'da check-in yapıp, programımıza göre ertesi gün saat 12:30'a kadar kalacağımız Bergen'i güneşli havada keşfetmek için kendimizi dışarı attık.


Bergen Norveç'in ikinci büyük şehri ve 255.000 nüfusu var. Nüfusunun %10'u öğrenci. Bu öğrenci nüfusu şehre renk ve canlılık katmakta. UNESCO'nun Dünya Mirası Listesi'ndeki şehirlerden. 900 yıldan fazla tarihi ile köklü bir Viking şehri. HARİTA

Bergen'in kalbi liman bölgesi. U şeklindeki limanın orta dip kısmında sizi Balık Pazarı karşılıyor. Balık Pazarı dediğimiz yerde meyve sebze de satılmakta. İşin güzel tarafı, bizde olduğu gibi, sipariş ettiğin balığı oradaki masalarda alkol eşliğinde yiyebiliyorsunuz. Avrupalı için enteresan gelen bu konsept biz Türkler için çok tanıdık. Burada güzel olan, batmayan akşam güneşine karşı oturup muhabbet etmek, tabi ki sadece yaz döneminde.




Limandan yani U'nun orta alt kısmından sağ üst kısma çıkan kenarda tarihi Bryggen evleri bulunmakta. Hani internette Bergen yazdığınızda karşınıza çıkan renkli ahşap evler. Burası Bergen'in ilk kurulduğu yer. Bergen'in simgesi olmuş bu tarihi (Hansa Birliği tüccarları tarafından yapılan) ahşap evleri UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi'nde yer almakta. 1702 yılındaki büyük yangından sonra inşa edilen bu tarihi evler 1950'lere kadar içleri boşaltılmış, çürümeye yüz tütmüş şekilde durmaktayken birbirini takip eden birkaç yangın ardından belediye meclisinin kararı ile bugünkü haline getirilmiş ve UNESCO Dünya Kültür Mirası'na dahil edilmiş.


Bu mirası, hak ettiği zamanı verebilmek için, ertesi gün gezmeyi planladık ve zaman kaybetmeden istikameti Floyen Tepesi'ne çevirdik. 320 m yükseklikteki bu noktaya çıkabilmek için hemen merkezdeki Floibanen Füniküleri'ne vardık. Son seferi saat 23:00'de olan bu füniküler, 8 dakikalık bir yolculuk ardından sizi tepeye ulaştırmakta. Karşınızdaki manzara tek kelimeyle "muhteşem".


     
Saat 21:30'da çektiğimiz bu fotoğraf ardından acıktığımızı hatırlayıp tepede yer alan bu muhteşem manzaralı restoranda karnımızı doyurmak keyifli bir tecrübe oldu.


23:00'e kadar burada kalıp güneşi en dip noktasında görmeyi çok arzu etmemize rağmen havanın serinlemeye başlaması üzerine otele dönmek üzere saat 22:15'de bu güzel manzaraya veda etmek durumunda kaldık. Ama manzara aşağıda da çok güzeldi. 



3. Gün

Ertesi sabah yağmurlu ve kapalı bir havada güne başladık. Kahvaltımızı yapıp istikameti hemen, önceki akşam  gezemediğimiz Bryggen'e çevirdik.




Önceki gün ne kadar şanslı olduğumuzu düşünerek liman bölgesini ve Bryggen'i gezmeye başladık. Norveç kültürü hakkında fikir veren ve Hansa Birliği döneminde tüccarlar tarafından yapılan bu tarihi ahşap evlerin içinde kürk ürünlerinden tutun da hediyelik eşyalara kadar farklı ürünler satan dükkanlar var. Özellikle kürk ürünleri satan dükkan harikaydı ama fotoğraf çekimi yasak olduğu için sizlerle paylaşma imkanım olmadı.






Bu arada belirtmeliyim ki limanın Bryggen tarafında Balina Turları yapan tekneler var. Bizim zamanımız olmadığı için tecrübe edemedik ama vaktiniz varsa öneririm.



Liman bölgesinde yaptığımız gezimiz ardından, tren saatinin de yaklaşmasına bağlı olarak, otelden check-out yapıp istikameti gara çevirdik. Bir gün önce geldiğimiz yoldan ziyade Festplassen Parkı'nı görecek şekilde izlediğimiz yol, Bergen'in son derece temiz ve iyi korunmuş caddeleri hakkında fikir edinmemizi sağladı. Yeşil parklar, ördekler, kuşlar, temizlik, sakinlik ve huzur dikkatinizden kaçmıyor. Ortalarda katiyen başıboş kedi köpek olmaması da benim için ayrı bir medeniye göstergesi.






Bergen'de çok kalamadık ama fikir edinmemizi sağlayacak bir zaman geçirdik denilebilir. Tur planlamasında tek hata yaptığım konunun Bergen'den Oslo'ya trenle geçmek olduğunu anladım. Çünkü bir aydınlık günün öğleden sonraki 6-7 saatini trende geçirmek zaman israfı oldu. Paraya kıyıp uçakla Lofoten'e gitmek daha anlamlı olabilirdi. Ancak bu tren yolculuğu da bu yoğun gezi temposuna alışık olmayan kızım için bir dinlenme imkanı yarattı.



Akşam üzeri vardığımız Oslo'daki konaklamamız için, ilk gün kaldığımız sevimli otelimiz City Box Oslo'yu tercih ettik. Ertesi sabah erken saatte havalimanında olmak için, oraya ulaşım aracı olarak kullanacağımız tren garına yakınlık ve temizlik tercih sebebimizdi. 

4. gün

Turun en heyecanlı kısmı için güne erken başladık. 08:30'daki Oslo-Bodo uçağı için 06:40'da elimizde çantalarla otelimizden çıktık ve 07:00 treni ile havalimanına doğru yola çıktık. Hemen belirteyim ki 16 yaş altı için toplu taşıma biletleri bedava.

Oslo Havalimanı'nda check-in işlemlerimizi yapmak ve bavulları teslim etmek için kontuar ararken ilginç bir deneyim yaşadık. Bilet check-in kiosklardan yapılırken bavullara etiket ve bavulların teslimini de kendimiz farklı kiosklardan yaptık. Personel maliyet tasarrufu anlamında Norveç Havayolu'na avantaj yaratan bu hususu da tecrübe etmiş olduk.  

Yağışlı havada başlayan günümüz, aktarma yapacağımız Bodo'da da bizi karşıladı. İki saate yakın süren uçuş ardından vardığımız Bodo'nun kapalı ama hafif yağışlı tertemiz havasını ciğerlerimize çekmek hedefe yaklaştığımızın ilk belirtileri gibiydi, "İnanılmaz bir tazelik ve diriltici hava".

Bodo'dan Leknes'e yapacağımız 20 dakikalık uçuş için bir saatlik bir bekleme süremiz oldu. Norwegian Airlines'ın kısa mesafe uçuşlar için kullandığı pervaneli uçakların olduğu Wideroe havayolu ile yapacağımız uçuşa ait tüm bavul aktarmaları firma tarafından yapıldığı için bizi bir takip yükünden kurtardı. Gerçi bavulların hatalı aktarmaya uğraması veya kayıp olasılığı endişesine kapılmadım değil ama Norveç'te olmamız bu hata ihtimalini kafamda oldukça azalttı. Sonuç, 20 dakikalık keyifli bir uçuş ardından bavullarımıza eksiksiz kavuşmak oldu.



LOFOTEN ADALARI



Sonunda Lofoten'deydik. Uzun zamandan beri hayallerini kurduğum destinasyon.  Hakkında o kadar çok yazı okumuştum ki, görmeden kafamda şekillendirdiğim bu cenneti sanki uzun yıllar önce terketmiş misali tanıyordum, biliyordum. Uçaktan indiğim anda ciğerlerime çektiğim o enfes hava heyecan vericiydi. İşte böyle bir tatlı sarhoşluk içinde geldiğimiz Leknes'in küçük ve sevimli havaalanındaki kiralama şirketinden, önceden ayarladığımız aracımızı aldık. Hemen belirteyim ki, bu adadaki araçların çoğu hibrit, aracı çalıştırdığınızda motor sesi duymuyorsunuz. Hibrit modeldeki ilk direksiyon  tecrübem olduğu için çalışan aracı çalıştıramadığımı düşündüm ama Ezgi'nin uyarısı ile vitesi ileri alıp gaza basınca aracımız tatlı bir şekilde hareketlendi. Navigasyonumuzda istikametimizi ayarlayıp yola çıktık. Çıkmamızla beraber yağmur şiddetlenmeye başladı.

Lofoten'de 3 gece konaklama planı yapmıştım. Bu 3 gecelik konaklamanın ilkinde Sorvögen'de, diğer ikisinde Ballstad'ta ama farklı otellerde kalmayı planladım. Her üçü de ayrı bir keyif olan duraklarımızdan ilki için yola koyulduk.

Leknes'ten Sorvögen'e 1,5 saatlik bir yolculuk yaptık. Dağlık olan Lofoten'de yollar kıyılara paralel gitmekte ve tüm yollar ayrı bir eşsiz manzara sunmakta. 





Yeşil, mavi renk demetinin içine serpilmiş misali bordolu, kırmızılı evler ve besili hayvanlar doğal tablonun göze çarpan ana unsurları. Yola çıktıktan bir saat sonra yoldaki karavanların sayısı dikkatimi çekti. Sonradan öğrendik ki burası bir karavan cenneti ve gerek Norveçliler olsun gerekse diğer Avrupalılar, bu müthiş cenneti karavanları ile tecrübe etmekteler.     



Sonunda Sorvögen'e vardık. Otelimiz göl kenarındaydı ve içerisi çok sevimliydi; "Planet Lounge". Çok  odalı bir ev gibi olan bu tek katlı konaklama yerindeki odalarımızda sadece yataklarımız vardı. Bu yüzden bavulları dağıtmadan ihtiyacımız olanları alıp sadece dinlenmek için odaları kullandık. Ortak alan çok keyifliydi. Oldukça geniş olan mutfakta kap kacaktan tutun da bulaşık makinesine kadar her şey vardı. Dışarıdan aldığınız gıda maddeleri ile ister akşam yemeğinizi yapın, ister kahvaltınızı. Yemek odasındaki genişçe masada keyifli muhabbetler eşliğinde yemeğinizi yerken, hemen yanındaki büyük ekranda TV de seyredebilirsiniz.




Benim şansıma Türkiye-Çek Cumhuriyeti ve İspanya-Hırvatistan maçı vardı ve totem yaparak İspanya-Hırvatistan maçını da seyrettik.



Yerleştikten sonra Ezgi ile soluğu hemen dışarıda aldık. Köy şeklindeki bu yerleşim merkezleri içinde bize yakın olan ve adanın en güney noktası olan yeri "A" Köyü'ne giderek Stockfish Museum dedikleri kurutulmuş balık müzesine yetiştik. Yetiştik diyorum çünkü kapanmasına 10 dakika kalmasına rağmen bizimle birlikte içeride olan toplam 7-8 kişi için, sevimli denizci amca, tam yarım saat bu işi anlattı.




Küçüklüğünden beri yaptığı bu işin ada ekonomisi için belirttiği rakamlar dudak uçurtucu. Allah'ın morina balığını yakalayıp kafalarını kesip aylarca kurutmaya bırakıyorlarmış. Kafaları ayrı, vücutları ayrı değerlendirilmekteymiş. Nijerya'ya ihraç edilen bu balıkların kafalarının en makbul tarafı yanakları ve dilleriymiş. Fransızlar ise kafa kısmının sadece çene ve dil kısmını alarak leziz soslar yapmaktaymış. Kokusu çekici olmasa da "yerel lezzetlere olan merakım" kapsamında bu kurutulmuş balıkların tadına bakmaya karar verdim.        




Müzeden çıktığımızda karnımız acıkmıştı. Havanın serin ve yağışlı olmasının verdiği tazelikten mi olsa gerek, açlığımızı gidermek için istikameti tekrar konakladığımız Sorvögen'deki lokantaya çevirdik. Hem lokal bir ortam hem de lokal bir lezzet anlamında güzel bir tercih olacağını düşünerek  Maren Anna'ya gittik.




Ben kurutulmuş balık, Ezgi ise geyik eti sipariş etti. Yarım saatlik bir bekleme ardından gelen yemeklerimiz oldukça doyurucu idi. Norveçlilerin Bochna, İspanyol, İtalyan ve Portekizlilerin Bacalhau/Bacalao dedikleri morina balığının kurutulmuşu bir balık için oldukça sert ve bana tuzlu geldi. Bekleme sırasında tereyağ ile mideme indirdiğim soğuk ekmeğin de doyurucu etkisi ile tabağımı bitiremedim. Denemiş oldum ama bir daha işim olmaz. Bu arada Ezgi etini afiyetle yedi. Burada çıkardığım ilk ders "kırmızı etten şaşma". Fiyat konusuna girmeyi pek düşünmüyordum ama belirtmeliyim ki, Oslo tarifesi burada da devam etti ve iki tabak yemek, bir kadeh beyaz şarap için yaklaşık 220 TL hesap ödedik.

  

Karnımızı doyurduktan sonra kapalı ve sisli havaya aldırış etmeden 15-20 dakika mesafedeki Moskenes ve meşhur Reine'yi de görmeye karar verdik.

Moskenes'te liman bulunmakta ve Bodo'dan gelen feribotlar buraya yanaşmakta.  Burada çok görülmeye bir şey bulamadık. Belki güneşli havada güzel manzaralar vardır beklentisi ile Reine'ye gittik. Şansımıza o kadar çok sis vardı ki, başlayan yağmurun da etkisi ile kapağı sevimli bir Pub'a attık. Burada da Kuzey İrlanda- Almanya maçını bir kaç İrlandalı ile seyrederken tatlı eşliğinde akşam çayımı içtim, tabi ki sallama çay.





Bu havada fazla bir şey görme ve dolaşma imkanımız olmadığı için rotamızı eve doğru çevirdik. Kaldığımız köyün marketine girip sabah için atıştırmalık bir şeyler alırken gördüğümüz kartpostal üzerine Ezgi annesine "elektronik olmayan posta" gönderme tecrübesini hayatında ikinci kez yaşadı. Mesaj, alıcı ve adresi nereye yazılır, pul nereye yapıştırılır gibi yaşamsal tecrübeler...



Lofoten'deki ilk günümüz keyifli geçti ama hava durumuna göre önümüzdeki dört gün boyunca yağış veren tahminleri görmek, hele bir gün önce güneşli bir hava olduğu bilgisi, canımı sıkmadı değil. Gece yatarken ettiğim dualar ve haykırışların karşılığını sabah kalktığımda göremedim ama o gece yine de güzel bir uyku çektik.

5. Gün

Sabah gözlerimi açığımda aklımda olan tek soru, koyu perdenin arkasında nasıl bir havanın bizi beklediği idi. Yağmur olmamasına rağmen yine kapalı havayı görmek keyfimi az da olsa kaçırdı. Burada kalacağımız üç gün boyunca hiç mi göremeyecektik güneşi acaba?



Kahvaltı için mutfağa geçtiğimizde önceki akşam görmediğimiz konuklarla kahvaltı hazırlıkları esnasında karşılaştık. Avustralya'dan, İtalya'dan, Avusturya'dan gelen arkadaşlarla tanıştık. Masa üzerindeki ikram tatlı çöreklerini yanımızda getirdiğimiz Torku'nun Banada'sı (Nutella'nın enfes yerli  muadili) ve önceki akşam aldığımız peynir ile afiyetle yeyip çay eşliğinde günlük enerjimizi daim kıldık.


Lofoten'deki dinlenmiş olarak kalktığımız ilk sabahımızda vakit kaybetmeden, olası bir sağanağa yakalanmadan fotoğraf çekebilmek için hemen yola çıktık. (Bu arada check-out yaptığımızı da eklemem lazım. Çünkü o akşam konaklamayı Ballstad'da bir "robuer"de yapacaktık.) Önceki akşam gittiğimiz güney istikametine gündüz gözüyle hızlıca bir göz atmak istedik. Önce Tind Köyü, ardından A Köyü'ne gidip fotoğraflar çektik.








Ardından istikameti Reine'ye çevirdik. Yazılanlara göre Lofoten'in en fotoğraflık yerlerinin başında gelmekteymiş. Bu arada mucizevi bir şey oldu ve güneş ilk kez kendini bulutların ardından gösterdi. Önceki akşam kapalı hava ve yoğun bulutlardan dolayı göremediğimiz Reine'nin manzarası hakikaten güzeldi. Bu müthiş manzaradaki tek olumsuzluk derin sessizliği bozan tek tük geçen karavanların sesi idi. Ama manzara "10 numara".






Bu arada belirtmeliyim ki Reine de kurutulmuş balık işleme merkezlerinden birisi.



Reine'de geçirdiğimiz bir saatlik bir zaman ardından rotamızı tekrar kuzeye doğru çevirdik. Elimdeki haritaya göre ilk durak olarak "Sund"u hedefledik. Burada bir balıkçı müzesi ve adanın tek faal demirci ustasının olduğunu öğrenince Sund'a doğru yola çıktık.





Güneşli bir havada vardığımız Sund sessiz, sakin, huzurlu bir başka balıkçı köyü. Merkeze varınca müzeyi ve demirci ustasının yeri karşınıza çıkıyor.




Müzede geleneksel bir Norveç balıkçı köy evinde olan eşyalar sergilenmekte. İlgi çekici olan bu müzeyi mutlaka görmenizi öneririm.


Müzeden çıkınca hemen yanı başında demirci ustası yer almakta. Lofoten'in tek demirci ustasıymış. Türkiye'de Bodrum'da da kalmış olan usta bize Türkçe "karabatak" yapacağını söyleyerek işe koyuldu. Etraf ateşte dövülen demirden yapılmış envai çeşit eserlerle dolu. Bu tecrübeyi de kaçırmamalısınız.





Biraz da Sund'un müthiş manzarasından örnekler paylaşayım.






Yttersand

Ana yol güzergahından biraz saparak adanın kuzey tarafını görmek istedik. Haritada trekking noktası olarak gözüken Yttersand'a vardık. Yolun sonuna vardığımızda manzaralı bir park yerinde park etmiş 10-15 adet araç ve bir tepeden inen insanları görünce doğru yere geldiğimi anladım.

Hava durumuna bağlı olarak yumuşak ve dik olan tepeye tırmanmaya karar verdim. Ezgi'nin trekking ayakkabısının yanında olmaması nedeniyle onu aşağıda bırakarak yarım saatlik bir tırmanma ile manzarayı yukarıdan görmek istedim. Yarım saat sonra gördüğüm manzara manevi anlamda son derece tatmin ediciydi. Yukarı tırmandıkça "şuraya da ulaşayım, şu noktayı da göreyim" diye diye çıkıyorsunuz ama bunun sonu ancak zirve. Hem aşağıda Ezgi'yi sıkıntıdan patlatmamak hem de yağmurun da yaklaştığını görünce hızla geri döndüm. Tabi yarım saat oldu size bir saat. Tam indiğimde başlayan sağanak doğru bir karar verdiğimi gösterdi.


Bu keyifli tecrübe kızımı da imrendirdi ki, ne olursa olsun kendisi de bir sonraki noktada tırmanmak istediğini dile getirdi.   

Sıradaki istikametimiz Ramberk idi. Havaalanından gelirken geçtiğimiz Ramberk'te bir yemek molası verelim dedik. Burası da estetik ve huzur dolu bir merkez. Açık büfe servis olan lokal ama şık lokantasında bir şeyler atıştırıp dinlenmek güzel oldu.

Bu arada belirtmem gerekli ki Lofoten'deki yerleşim yerlerinin hiçbirisinde birden fazla restoran yok. Her yerde bir restoran işletmeciliği işini bir aile almış. Zaten kışın çok turistin gelmediğini tahmin ettiğim bu yerlerde yaz sezonu da kısa olunca lokanta işletmeciliğinin karın doyurmayacağı ortada. sanırım bu nedenle olsa gerek bir köyde birden fazla lokanta görmek olanaksız.

Vitten

Ramberg'deki öğle yemeği üzerine yola çıktıktan 20 dakika sonra yolda gördüğüm "cafe" tabelası üzerine istikameti Vitten'e çevirmeye karar verdik. Vitten'e giden bu yolda öyle keyifli manzaralara denk geldim ki, yeri geldi arabadan inerek, o anları ölümsüzleştirmek istedim.










Vitten tabelasını takip ederek heybetli bir dağın eteklerinde yer alan denize nazır hoş bir yere geldik. Deniz kenarında yer alan doğayla uyumlu estetik yapıyı cafe sanarak girince burasının bir tasarım  merkezi (Lofoten Design) olduğunu gördük.





Tasarım merkezinin karşısındaki çok özgün dizayn edilmiş cafede kahvelerimizi alıp ahşap kokusu içinde yudumlarken yöreye özgü tatlıyı da afiyetle yedik. Böyle serin, kapalı ve romantik havalarda iştah ve keyfim her zaman tavan yapar. 



Tekrar düştük yollara...




Ballstad

Sonunda ikinci ve üçüncü gün konaklayacağımız Ballstad'a vardık. Ballstad havaalanı Leknes'e çok yakın olduğu için tercih sebebim olmuştu. İlk geceyi Norveçlilerin balıkçı köyü evleri olan "robuer"lerden birinde geçirmeyi planladık. (Bkz: Booking.com "Solsiden Byrgge Robuer")



Ballstad modern bir kasaba gibiydi. Son derece modern konutların olduğu bahçeli evler birer tasarım harikası. İstanbul Zekeriyaköy'deki villalar bunların yanında zayıf kalır. Dünyanın en refah vatandaşlarından olan Norveçlilerin zevkli insanlar olduklarını da söylemek gerek. Bu arada evlerin önünde sadece arabalar yok, ayrıca karavanlar da var. Kanımca bu karavanlar ataları olan Vikinglerden gelen gezgin ve macerasever yönlerini tamamlamakta.






Ve işte kaldığımız robuer... son derece modern ve keyifli bir yer. Bu konforu görünce dışarı çıkmak istemedik. Norveç'e yerleşsem burada kalabilirim diye düşündüm. Norveçlilerin akrabaları olan İzlanda'nın İngiltere'yi elediği maçı da burada seyrettim.





Bu arada neredeyse tüm gün görmediğimiz güneşi gece 23:00'de görmek ilginç oldu.


 
6. Gün

Keyifli bir sabah kahvaltısı ardından eşyalarımızı toplayıp yola koyulduk. Lofoten'deki son günümüzde programın elverdiği ölçüde kuzeye çıkacaktık. Bu amaçla ilk durağımız da Lofotr'daki Viking Müzesi oldu.



Viking Müzesi diyorum ama burası çok geniş bir arazi üzerine kurulmuş geniş bir kompleks. Tek çatı bir bina olmaktan ziyade doğrudan bir köy şeklinde canlandırılmış bir yer. Bu müzede aldığımız bilgiler Vikingler'in derin bir geçmişe ve Avrupa kültürü üzerinde önemli bir etkiye sahip olduklarını gösterdi.  Viking dediğimiz topluluğun bugünkü varisleri Norveçliler, İsveçliler, Danimarkalılar ve İzlandalılar. Avrupa medeniyetinin Yunan ve Roma medeniyetlerinden sonraki üçüncü temel taşı olan Viking Medeniyeti'nin Avrupa kültürüne maceracı ruh ile ticaret kültürünü aşıladığını öğrenmek ilginç oldu. Barbar olarak bildiğimiz Vikinglerin günümüz Rus ve Ukraynalıların da ataları olduğunu öğrenmek şaşırtıcı oldu. Dahası bu adamlar eski ismiyle Konstantinopolis olan İstanbul'a da deniz yoluyla gelip ciddi şekilde ticaret yapmışlar. Zaten kendi devirlerine ait ürettikleri eşyaları gördüğünüzde ciddi bir zanaatkar sınıfı olduğunu görüyorsunuz.

Burada önce merkez binadaki görsel sunumlara katılıyorsunuz. Ardından 150 m ilerideki açık alanda yer alan 100 m'lik bir Viking Evi'ni geziyorsunuz. Vikinglerin içinde köleleri ve hayvanları dahil hep birlikte yaşadıkları bu evi görmek ilginç bir tecrübe. Bu ev 13.yy'dan kalma ve kazılar ile 19.yy'ın başında bulunmuş gerçek bir ev.



                                               ODİN: Tanrıların tanrısı ve en zekisi. Kardeşleri ile dünyayı yaratmış. 
                                                     İrfan ve bilgelik tanrısı Mime'nin çeşmesinden içebilmek için tek gözünü 
                                                     feda etmiş. Norveç mitolojisine göre her gün bir yudum içme hakkı varış.

Gerçek Viking şapkası. İçi sert bir tahta ve dışı deri kaplı.Bizim neslin Vikingler çizgi filminden tanıdığı boynuzlu şapkanın gerçekle alakası yokmuş. 1950'li yıllarda Wagner'in bir operasında boynuzlu şapka kullanıldığı için akıllarda o kalmış. 



Ardından isteyenler 1 km ilerideki gölün kenarında saat başı kalkan Viking Teknesi ile göl gezisi yapabiliyor.  



Rahatlıkla 3-4 saatinizi alan bu yeri mutlaka görün derim.

Bu keyifli turun ardından bu akşama kadar gidebileceğimiz en uzak noktayı Svolvaer olarak belirledik. Oraya giden yolu da, daha bakir olsun diye, kim yerde uzatalım dedik. Lofotr'dan çıktıktan sonra Bo, Hoynes, Kvalnes, Rekdalen, Valle, Stetra'ı takip ederek Sundklakk, Kleppstad, Lyungvaer üzerinden Kabelvag'a vardık. Bu saydığım güzergahları takip ederken gördüğüm manzaralar keyifli bir yemeğin üzerine yenen enfes bir tatlı gibiydi.









Bir de Kabelvag'daki Vagan Kilisesi, son günün keyifli son durağı oldu.


Daha çok göçmenlerin olduğunu gördüğüm Kabelvag ise çok durgun bir yer gibi geldi. Burada yemek yiyecek bir yer de bulamayınca dönmeye karar verdik.

Dönüş yolunda da geçmediğimiz kısımlardan geçerek Ballstad'da kalacağımız Villa Ballstad'a geldik. Anahtarımızı, bize bildirilen şifreyi kullanarak kapının kenarında yer alan kilitli dolaptan alarak içeri girdik.  Manzara yine harika.   




Yerleşip dışarı çıktığımızda etrafta yakılan ateşleri ve dumanı görünce acaba "toplu mangal festivali" mi var diye düşünmedim değil. Ama hemen komşu villada da benzer bir ateşin yakıldığını görünce dayanamadım ve ziyaretlerine gittim. Meğerse eski bir pagan geleneği olarak her 23 Haziran'da ateşler yakılarak uzayan günler diğer bir deyişle yazın gelmesi kutlanıyormuş. Bugün ayrıca St John'un doğum günü olarak kutlanmaktaymış.

Ballstad'daki güneşli son gecemizde de evimizin bahçesinde bu muhteşem doğayı içimize çekerek geçirdik.



7. Gün

Ve dönüş yolu. Hüzünlü ama güneşli bir cuma sabahı. Sabah 08:50'deki uçağımız için saat 08.00'de havaalanına geldik ama bizden başka kimseler gelmemişti. Aracımızın anahtarını teslim kutusuna atarak ve aracı park alanına bırakarak teslim işlemimizi gerçekleştirdik.

Çantalarımızı Wideroe Havayolları'na teslim ederek check-in işlemini gerçekleştirdik. Yine 20 dakikalık bir uçuş ile Bodo'ya vardık.



Hemen belirteyim ki dönüş yolunda Bodo'dan direk Oslo'ya gitmek yerine Bodo'da dört saatlik bir aktarma zamanı, Bodo'dan Trondheim'a gidiş ve orada akşam 21:30'a kadar bekleme ve 21:30 uçağı ile Oslo'ya gidecek şekilde biletleme yapmıştım. Maksat dönüş yolunda da bir yerleri görebilmekti.


Bodo

Bodo'da hava kapalı idi. Norwegian Havayolu ile Wideroe aynı şirket olduğu için Leknes Havaalanı'nda verdiğimiz bagajlarımız otomatik olarak aktarılacaktı. Bu yüzden çanta takip derdi olmadan hemen kendimizi dışarı attık. Taksiyle mi gidelim, yürüyerek mi diye karar vermeye çalışırken merkezin yürüyerek 20 dakika mesafede olduğunu öğrenince yola koyulduk. Merkeze ilerlerken incelediğim haritada uçağın kalkış saatine göre en mantıklı işin merkezden geçerek Havacılık Müzesi'ne gitmek olduğunu gördüm. Bir taraftan kuru üzüm ve leblebilerimizle enerjimizi alırken bir taraftan da müzeye erişmek için adımlarımızı hızlandırdık. Sonunda geldiğimiz müzede keyifli bir zaman geçirdik. Tek üzüntümüz "uçuş simülasyonu"nun saat 12:30'da yani uçağımızın kalkış saatinde başlayacak olmasıydı. Ama müzeyi dolaşmak ve uçakları görmek ve hatta hava kontrol kulesine çıkmak oldukça öğretici ve ilgi çekiciydi.



Bodo'ya ilişkin çok  gözlem imkanımız olmadı. Mesela deniz kenarında bir şehir olmasına ve limanı  bulunmasına rağmen zaman kısıtı nedeniyle buraları göremedik. Ama şunu söyleyebilirim ki, tüm Norveç'te hakim olan insan odaklılık burada da kendini belli etti. İnsanların detay ihtiyaçlarına göre tasarlanmış yollar, parklar vs bunun bir göstergesi.

Tromdheim

Norveç'in üniversiteler şehri Trondheim'a indiğimizde çok keyifli bir havayla karşılaştık. Havalimanı şehir merkezine yarım saat mesafede olduğu ve ben hiçbir hazırlık yapmadığım için Norveç'in Havaş Servisi'ne binerek merkeze geldik. Bu arada telefonumdan yaptığım kısa bir sorgulamada mutlaka görülmesi önerilen yerlerin yürüme mesafesinde olduğunu görmek iyi oldu. Düz, estetik ve deniz kenarında yer alan bu şehrin nüfusunun %10'unu öğrenciler oluşturmaktaymış. MS 990 yılında kurulan bu şehir zamanında Vikinglerin başkenti olmuş. Trondheim'in anlamının da Trond'un Evi olduğunu öğrendim. Bu arada Rosenburg futbol takımını da bu şehrin takımı.

Nidaros Katedrali:

Turistik yerlerin başında yer almakta. Bu katedral 11.yy'da krallık yapan Saint Olav'ın mezarı üzerine inşa edilmiş. 1537 yılından önce katolik kilisesi olarak Roma'ya bağlı olan bu kilise, bu tarihten sonra Protestan Lüteryan Kilisesi'ne bağlanmış. Bu katedral özelliği en kuzeyde yer alan tek gotik tarzdaki kiliseymiş. Rehber eşliğinde 172 basamak çıkarak ulaştığımız tepsinden görülen manzara harika.




Old Town Bridge (Gamle Bybro): Trondheim'in turistik noktalarının başında bu kırmızı köprü gelmekte. Nidelva nehrinin üzerinde yer alan bu köprü tarihi merkezle Bakklandett mahallesini bağlamakta. Köprünün üzerinde fotoğraflık muhteşem manzara var.

Bakke Bru: Bu köprü üzerinden eski köprünün fotosunu çekebilirsiniz. Bu iki köprü arasındaki renkli ahşap evler Trondheim'in bence en çarpıcı varlıkları. 400 yıllık bu evlerin suda yansımaları tam fotoğraflık.



Bakklandet Mahallesi: renkli ahşap evler arasındaki sokakları arşınlayın, cafelerde muhabbet edin.



Rocheim: Norveç'in pop ve rock kültür müzesi. 6 katlı bu ilginç müzede iki interaktif ortamlarda Norveç'in pop ve rock tarihi hakkında bilgi alıyorsunuz.


Balık Pazarı: Balık yemek isterseniz burayı tercih edebilirsiniz Önündeki küçük park bizim Sarıyer'ı andırmakta.




Sonuç olarak Bodo'dan Oslo aktarmasını 9 saat tutarak güzel bir iş yaptık. Bu keyifli turistik öğrenci ağırlıklı şehri görmüş olduk.Yazın güneşin batmadığı bu keyifli yerleri kış zamanında görmeyi çok isterdim. Eminim ki o mevsimin de ayrı güzellikleri vardır.

8. gün
Oslo
Bir gün önce "güneşli bir gecede" vardığımız ve son durağımız olan Oslo'daki sekizinci günümüze güneşli bir havada başladık. Bu sefer Park Inn by Radisson otelinde konakladık. Kahvaltımız ardından kendimizi hemen dışarı attık.

Oslo'da görülecek çok yer var ama ana noktalar şunlar: Vigeland Park, Akershus Kalesi, Opera Binası, Munch Müzesi, Fram Müzesi, Viking Müzesi, Kon-Tiki Müzesi, Nobel Barış Merkezi, Kraliyet Sarayı, Kültür Tarih Müzesi ve diğer bir çok müze. Bu kadar çeşit içinde, otele de yakınlığını düşünerek, istikametimizi Akershus Kalesi'ne çevirdik. Bu arada Vigeland Parkı'na ilk gün gittiğimizi hatırlatmak isterim.

Christiania
Otelimizin hemen arkasında yer alan Christiania Caddesi'ne çıktığımızda karşımıza "bulunduğu noktayı işaret parmağı ile gösteren bir el" heykeli gördük. 

 Bu heykel, 1624 yılındaki büyük yangın sonrasında harap olan şehrin yeniden inşa edileceği noktayı gösteren Danimarka-Norveç  Kralı IV. Christian'a adanmış. Gerçekten de "şehir buraya kurulacak" diye buyuran kralın emri üzerine şehir o noktaya kurulmuş ve o bölgeye de kralın adına Christiania denmiş.     

Akerhus Müzesi
Mükemmel konumuyla fotoğraf severler için ana duraklardan birisi. Limana ve şehre yukarıdan bakan kalenin inşasına 1299 yılında başlanmış ve 1300lerin başında bitmiş. Tarih boyunca defalarca kuşatma gören bu kale Kral IV. Christian zamanında (1588-1648) modernize edilerek Rönesans tarzı yapısına kavuşmuş ve kraliyet ailesinin ikametgahı olmuş.


Biz de vakit kaybetmeden gezimize surlardan başladık. Şansımıza güneşli olan bu güzel havada limanın surlardan görüntüsü harikaydı.

Ardından biletlerimizi alarak Audio Guided Tour ile gezimize başladık. Başında belirteyim ki, Norveç kültürü hakkında son derece verimli bir gezi. Kalenin tüm odalarının ayrı bir hikayesi var. Kraliçe ve ailesinin açlık çektiği, tahıl ambarı olarak kullanıldığı zamanlarda farelerin bastığı, hayalet hikayelerinin türediği zamanlara ait ilginç hikayeleri dinleyebilirsiniz.


 Liman Bölgesi
Kaleden çıkınca limana indik. Güneşli, canlı ve insanların akın ettiği keyifli bir lokasyon.




Bygdoy
Limandan kalkan teknelerle Oslo'nun müzeler bölgesi Bygdoy'a ulaşılabiliyor. Bygdoy Oslo'nun büyük merkezlerinden olan bir yarımada. Burası hedefimizdeki müzelerin olduğu ve kalburüstü Osloluların yaşadığı bir yer. Biz de biletimizi alarak 10-15 dakikalık bir yolculuk ile Bygdones İskelesi'ne vardık.





İskeleden inince tabelaları takip ederek 15 dakika kadar yürüdükten sonra Viking Müzesi'ne ulaştık. Vikinglere ait en eski kalıntıları görebileceğiniz harika bir müze. 9.yy'dan günümüze kadar kalabilmiş üç viking gemisinin ve beraberinde bulunan eşyaların sergilendiği bu müzeyi bence mutlaka görmelisiniz. 20.yy'ın başında keşfedilen bu gemilerin klan şeflerinin mezarı olduğu anlaşılmış. 






Özellikle ince işçiliği gördüğünüzde Viking zanaatkarlığının ulaştığı noktayı tahmin edebiliyorsunuz. El işlerinde bu kadar maharetli bir denizci toplumun zamanının kıta ticaretine öncülük etmesi kaçınılmaz bir durum gibi.





Kon-Tiki Müzesi
Thor Heyerdahl adındaki bir kaşifin varlığını öğrendiğim Kon-Tiki Müzesi ziyareti oldukça ilginçti.

Norveç kaşifleri denince sadece Nepal yerlisi Şarpa Tenzing ile Himalayalara tırmanan Norveçli Amundsen'i bilirdim. Meğerse bu denizci Norveçliler, ataları Vikingler gibi, başta kutup bölgeleri olmak üzere dünyanın her yerine gidip keşiflerde bulunmuşlar. Tüm bu adamların hikayelerini öğrenmek ilginç oldu. Kon-Tiki müzesi, bu bilim adamlarından Thor Heyerdahl'in hikayesini anlatmakta. 

Bu bilim insanı 1947 yılında, Pasifik Okyanusu'nda yaklaşık 7.000 km'lik bir rotayı (Güney Amerika'nın batı kıyılarından Tahiti'nin doğusundaki adalara yolculuk), balsa ağacı kütüklerinden yapılmış ilkel bir sal ile, yanındaki beş kişiyle birlikte 101 günde geçmeyi başarmış. Bu sala da, efsanevi İnka güneş tanrısı Kon-Tiki'nin ismini vermiş. Neden böyle bir maceraya atıldığını öğrenmek daha ilgi çekiciydi. Şöyle ki, amacı eski çağlarda Amerika'da yaşayan insanların, okyanusu salla geçerek Polinezya'da koloniler kurmuş olabileceği düşüncesini kanıtlamak istemesi. Bu düşünceye nereden kapılmış derseniz, MÖ 3.000 yıllarında hüküm süren Mısır ve Peru medeniyetleri ortaya koydukları eserler itibariyle aynı bilim ve teknoloji seviyesinde olduklarını göstermişler. Her iki toplum da piramitleri inşa etmiş, benzer yazı sanatlarını kullanmış, güneşe tapmışlar ve ölülerini mumyalamışlar. Daha da önemlisi benzer sal teknolojisini kullanmışlar. Eski Mısırlılar Nil'deki papirus kamışlarından yararlanırken Peru'nun dahi insanları bölgesel başka bir kamış cinsini kullanmışlar. Hal böyle olunca, Heyerdahl iki kültür arasında bir bağlantı kurulmuş olması gerektiği görüşünü ortaya atmış. Bu nasıl olur? Ancak o zamanın teknolojisi kapsamında bir şekilde kıtalar arası yolculuk yapılmış olması suretiyle mevcut teknolojinin transferi ile mümkün olabilir. Sonuç olarak okyanusu geçen bu insanlar bir şekilde Polinezya'da koloniler kurmuş olabilirler. Onun da ispatladığı üzere gerçekten bu adalarda insan kolonileri tespit edilmiş.



Bu hikaye belgeselleştirilmiş olarak 1951 yılında Oscar Ödülü'nü kazanmış. 2012 yılında da bu maceranın filmi çekilmiş. Önerilir.

 Fram
"Fram" en meşhur Norveç kutup keşif gemisinin ismi. Bu müze de, Norveç'in kutup keşif geçmişi hakkında bilgi vermek üzere kurulmuş ve ismini de, sergisine ev sahipliği yaptığı aynı isimli gemiden almış.



Bu müzeyi gezerken hem Norveç'in kutup keşif tarihine katkı yapan kaşifleri öğreniyorsunuz, hem de onların ortaya koydukları bilgiler üzerine kuzey kutbunu keşfeden ve meşhur keşiflere imza atan en önemli kaşiflerin hayatları hakkında bilgi ediniyorsunuz.

                                                                  Fridtjof Jansen

                                                                   Otto Sverdrup

                                                                   Roald Amundsen
Fram notlarımı ünlü kaşifin sözleri ile bitiriyorum:
 "Victory awaits him, who has everything in order - luck we call it.  Defeat is definitely due for him, who has neglected to take the necessary precautions -bad luck we call it"

"Zafer herşeyi düzenli, planlı yapanları bekler, buna şans derler.  Mağlubiyet ise gerekli önlemleri ihmal edenleri bekler ki buna da kötü şans deriz"

Roald Amundsen

Fram Müzesi gezisi ardından istikametimizi Denizcilik Müzesi'ne çevirecektik ama hem yorgunluk hem de ilerleyen saat nedeniyle geri kalan zamanımızı Oslo merkezine vermek istedik. Geldiğimiz tekne ile Oslo merkeze geri döndük.
Merkeze döndüğümüzde etraftaki insan renkliliği dikkatimizi çekmişti ve sonradan öğrendiğimiz üzere, biz müzeler bölgesinde gezerken Oslo merkezinde geleneksel LGBT Yürüyüşü organizasyonunun gerçekleştirilmiş olduğunu öğrendik. Bu festivali kaçırmış olduğumuza üzüldüğümü itiraf edeyim. Biz yine de son saatlerimizin tadını bolca gezerek ve dondurma yiyerek çıkarttık.





Sözün Özü
En keyif aldığım yurt dışı gezim oldu. İlk fırsatta diğer Viking ülkelerine de gitmeyi planlarıma koydum. Bu arada belirtmeliyim ki 2016 kış döneminde kuzey ışıklarını görmek için Norveç'e tekrar gelmeyi planlıyorum. Buralara gelirseniz sadece büyük şehir gezileri yapmayın derim. Mutlaka kuzeye doğru gidin ki, bu gezi planınızı da mümkünse minimum bir hafta olarak planlayın. Avrupa medeniyetinin üç temel kültüründen biri olan Viking kültürünün "sosyal birliktelik" geleneği günümüz İskandinav toplumlarını diğer batılılardan ayıran en önemli özellik bence. Bugün ABD "İskandinav usulü sosyal demokrasi"yi tartışıyorsa bizlerin de bu toplumları irdelemesi iyi olur düşüncesindeyim. Çünkü bizim ülkemizin geçmişi ile kültürel benzerlikler gösteren bir toplum. Rusların da atası olan Viking torunlarının kurduğu bu medeniyet hem sosyal toplum anlayışını, hem de doğayla uyumlu sade bir estetik anlayışını içermekte. Bu zamana kadar görmediğime üzgünüm. İnanıyorum ki bu gezimde görebildiklerim görebileceğim güzelliklerden çok azı.