GİRİT
Girit'e
ilgim mübadele hikayeleri ile başladı. 250 yıllık Osmanlı hakimiyetinin derin
izler bıraktığı bu bereketli adadan göç etmek zorunda kalan muhacirlerin
beraberinde getirdikleri insan hikayeleri ve yemek kültürü bu ilgimi her zaman
daim kılmıştır. Osmanlı'dan önce Venedik, Roma ve Minos uygarlıklarına ev
sahipliği yapan Girit'in, mitolojideki tanrıların babası olan Zeus'un da doğum
yeri olması, burasının benim için her zaman öncelikli planlarım arasında
olmasını sağlamıştır. Nihayet bu Şeker Bayramı'nda gerçekleştirme fırsatını
bulduğum ve beş gece geçirdiğimiz ama adanın çok farklı noktalarını görmek
gayretiyle tam bir koşturma içinde arkadaşlarımla birlikte yaklaşık 950 km
yaptığımız Girit gezimizin hikayesini beğeninize sunuyorum.
Girit
gezisi planlarıma 2013 yılının kasım ayında başladım. Her gezi öncesinde olduğu
gibi internetteki gezi bloglarında yaptığım araştırmalarda Girit hakkında
paylaşımların azlığı, olanlarda ise tatmin edici gözlemlere yer verilmemiş
olması ve hatta bazılarında "aradığını bulamamak" gibi yorumlarla
karşılaşmam Girit'in doğru bir hedef olup olmadığı konusunda süphelenmeme neden
oldu. Bu şüpheyi gidermek için yaptığım ilave kaynak taraması ardından kararımı
verdim ve ocak ayında Pegasus ve Aegean Havayolları biletlerini çok uygun
koşullarda alarak hedefi netleştirdim. Her ne kadar mayıs ayında işyeri
değiştirmiş olmamdan ötürü son dakikaya kadar gidip gidemeyeceğim belli olmasa
da, herhangi bir terslik olmadan Atina aktarmalı gezimiz 25 Temmuz Cuma günü
başladı.
Eşim ve
her zamanki gezi tayfamız ile başlayan 6 kişilik yolculuğumuzun ilk durağı
Atina oldu. Pegasus'un 15:30'daki seferi ile yaklaşık 1 saat 15 dakikalık bir
uçuş ardından 17:00 gibi Atina'ya vardık. 40 dakikalık bir taksi yolculuğunu
takiben kalacağımız otele varmamız ve dışarı çıkmamız 18.30'u buldu. Mart
ayında eski işyerimdeki arkadaşlarımla yaptığım Atina gezisinde öğrendiğim
turistik noktalarda (Akropolis eteğindeki Plaka, Monastiriki Meydanı ve
Parlemento arasındaki üçgende) gerçekleştirdiğimiz hızlı panoramik turu Monastiraki
Meydanı'na çıkan Mitropoleos Sokağı'ndaki Thanasis Restaurant'ta afiyetle sonlandırdık.
Iraklion (Heraklion / Kandiye)
Girit'e
yolculuğumuz ise 26 Temmuz Cumartesi sabahı Aegean Havayolları'nın saat
10:00'daki seferi ile başladı. Pervaneli Bombardier uçakları ile yaklaşık 40
dakika süren keyifli bir uçuş ardından Girit'in Iraklion (Kandiye)
Havalimanı'na vardık. Önceden rezervasyonunu yaptırdığımız kiralık araçlarımızı
teslim alarak otelimize hareket ettik. Buradaki esas sürpriz ise kadim dostum
Tayfun ve eşi İdil'in son dakika sürprizi ile bir gün öncesinde Rodos'tan
Girit'e geçmeleri oldu. Otelimize yerleşmemiz ardından kendileri ile limandaki,
Venedikliler tarafından Osmanlılara karşı yaptırılan Kule Kalesi'nde (Fortress
of Kule) buluştuk. Kısa bir hasret gidermenin ardından Kandiye şehrinin Old
City denen turistik tarihi kesimini keşfe başladık.
Heraklion
Hakkında:
Heraklion
150.000 kişilik nüfusu ile adanın en büyük şehri. Tarihi önemi ihtişamlı Minos
Uygarlığı dönemine kadar uzanmakta. Şehir, o zamanlar Knossos Şehri'nin liman
kentiymiş. Araplar zamanında şehrin etrafına yapılan hendek nedeniyle "Handaks"
olarak adlandırılmış. Ardından Bizanslılar tarafından ele geçirilerek
Venediklilere satılan bu şehir, Venedikliler tarafından Kandiye (Candia) olarak
anılmaya başlanmış. Sanat ve edebiyat alanında bir çekim merkezi olan bu kente,
İstanbul'un fethinden sonra çok sayıda entellektüel kaçmış. Şehrin bugünkü
tarihi dokusunun tamamen Venedikliler tarafından kazandırıldığını rahatlıkla
görebiliyorsunuz (Şehir surları, Kule Kalesi, cephanelik, St Paul Katedrali,
Bizans kiliseleri ve Morozini çeşmesi). Bu arada İkinci Dünya Savaşı'nda
Almanlar tarafından bombalanan şehir oldukça zarar görmüş.
St Titus KatedraliLoggia
Yaklaşık
2-3 saat içinde şehrin tüm turistik kesimini rahatlıkla gezebiliyorsunuz. Bu
tarihi kesim dışında çok keşfedilecek bir yer yok.
Saat 16:00'ya gelirken günün geri kalanını etkin kullanmak adına rotamızı Knossos tarihi kent kalıntılarının olduğu noktaya çevirdik. Araba ile merkeze 20 dakika mesafedeki Knossos Sarayı Minos Uygarlığı hakkında fikir vermek adına tarih severler için önemli bir ziyaret noktası. Canlı renklerle duvarlara yapılmış resimler ile etkileyici su ve kanalizasyon sistemi milattan önce varolmuş olan bu yüksek medeniyetin önemli göstergeleri. Hemen belirtmeliyim ki, "taşla, toprakla ilgilenmem" diyenlerdenseniz buralarda vakit kaybetmemenizi öneririm.
Saat 16:00'ya gelirken günün geri kalanını etkin kullanmak adına rotamızı Knossos tarihi kent kalıntılarının olduğu noktaya çevirdik. Araba ile merkeze 20 dakika mesafedeki Knossos Sarayı Minos Uygarlığı hakkında fikir vermek adına tarih severler için önemli bir ziyaret noktası. Canlı renklerle duvarlara yapılmış resimler ile etkileyici su ve kanalizasyon sistemi milattan önce varolmuş olan bu yüksek medeniyetin önemli göstergeleri. Hemen belirtmeliyim ki, "taşla, toprakla ilgilenmem" diyenlerdenseniz buralarda vakit kaybetmemenizi öneririm.
Cırcır
böcekleri: şehir merkezlerinden çıkıp doğaya girdiğiniz anda inanılmaz bir
cırcır böceği sesi önce kulaklarınızı ardından beyninizi tırmalıyor. Benim
bildiğim yazları güneşin batması ile başlayan bu ses dalgası burada tam tersi
şekilde işliyor. Güney Afrika'daki dünya kupasında tanığımız vuvuzeladan daha
beter olan bu sese alışamadığımı, yaptığım kayıtları bile izlerken sinirimin
bozulduğunu belirtmek isterim. Knossos gezimizi de işte bu sinir bozucu ses
dalgası içinde gerçekleştirdik.
Yaklaşık
bir saatlik gezi ve serinleme molası ardından elimizdeki haritaya göre rotamızı
geleneksel Girit köylerinden olan Arkhanes'e çevirdik. 15 dakikalık bir
yolculuk ardından kıyı beldelerinden uzak, zeytinliklerle bağların engebeli
araziyi şenlendirdiği Arkhanes’e vardık. Bir tarım merkezi olan Arkhanes, yerel
inanışa göre Zeus'un gömüldüğü kutsal Gioukhtas Dağı'nın eteklerinde yer
almakta. Araçlarımızı merkeze yakın uygun bir yerde bırakarak cırcırböcekerine
rağmen huzur veren Arkhanes sokaklarını dolaşmaya başladık. Bizim Anadolu'daki
köy ve kasabalarındaki kahvehanelerde toplanan erkekler misali oturan yaşlıları
selamlayarak merkeze vardık. Belirtmem gerekir ki, tüm Girit gezilerimizde en
dikkat çeken şey temizlik, düzen ve doğa ile uyumlu taş evler ve bahçeler. Dört
koca asır yanyana yaşamış olan Rum ve Müslüman Anadolu halklarının ayrıldığı en
temel nokta bence bu üç konu. İsteyen gitsin, görsün. Buralar İtalyan köyleri
gibi sanatsal anlamda estetik değil ama sadeliğin ve doğayla uyumun güzel bir
örneği. Anadolu köyleri ile İtalyan köyleri arasında bir yerde ama ikinciye daha yakın bir
yerde duruyor bana göre.
Arkhanes'in
meydanındaki yeşillikler içinde yeralan meydan kahvesinde sallama çaylarımızı
içerken köyün yaşlıları ile iletişim kurmak istedik ama ingilizce veya herhangi
bir ikinci dil konuşma oranı oldukça düşük. Çat pat ingilizcesi ile anlaşmaya
çalıştığımız kahvenin sahibi bayandan öğrendik ki, parkın ortasındaki
geleneksel Girit kıyafetleri, elinde tüfeği ve belinde kamaları ile duran
heybetli erkek heykeli, Osmanlılara karşı direnişin temsilcisi olan birisine
aitmiş. O heykelin gölgesinde şekerleme yapan yaşlı Arkhaneslilerin fotoğrafını
çekerken konuşmalarımızdan Türk olduğumuzu anlayanlarla meydan kahvesinde
kalabalık artmaya başladı. Buraların insanının bizim anadolu insanı ile
benzeştiği konulardan birisi de bu; fotoğraf çekerken izin almanıza gerek yok
ve tepki göstermiyorlar, tam tersine poz veriyorlar. Avrupa'da ise izin almadan
fotoğraf çekmek insan hakları ihlali sayılıyor. Bu sırada gözüme ilişen iki
Amerikalı turist ile konuşan bir cafe sahibi gence yanaştım ve ingilizce
konuşmaya başladık. Özetle belirtmem gerekirse, Giritliler özgürlük düşkünü ve
gururlularmış ve kimileri kendilerini Yunanlılardan saymıyormuş. Osmanlılara
karşı direnişin de en yoğun olduğu köylerden birisi de bu Arkhanes olmuş. Daha
sonra gittiğim her noktada duyacağımız gibi, tüm ada Türk dizilerinin etkisi
altındaymış. Özellikle Muhteşem Yüzyıl dizisi çok popülermiş. Yeri gelmişken
şimdiden belirteyim ki, yolculuğumuzun dördüncü gününde Hanya'da Arnavut asıllı
Andi'den öğrendiğim üzere, Muhteşem
Yüzyıl başladığında tüm kadınlar erkekleri dışarı çıkartıp diziyi seyrediyormuş.
Erkekler arasında Sultan Süleyman gibi sakal bırakmak son dört yıldan beri moda
olmuş. Özellikle İstanbul'a turistik seyahat tüm Yunanlılar arasında öncelikli
tatil planları arasına girmiş. Yunanistan'da yayın yapan tüm kanalların mutlaka
bir Türk dizisi yayınladığını da öğrenmiş oldum, hem de Yunanca alt yazılı. Türk
düşmanlığı konusunda ciddi bir algı değişimi olduğunu anlatan Andi, nişanlısını
kasım ayında İstanbul'a getirmek istiyormuş. Tüm Balkanlar'da ve kimi diğer
ülkelerde süregelen Türk dizisi popüleritesini bir kez daha görmüş oldum. Benim
küçüklüğümde Brezilya dizileri seyredirdik, şimdi Türk dizileri dünyada
popüler.
Archanes'teki
keyifli gezimiz ardından Kandiye'ye otelimize geri döndük. Akşam yemeği için,
dedeleri Bodrum'dan göç ettiğini öğrendiğim oteldeki Kostas'ın önerisi
doğrultusunda geleneksel Girit sofrası olan Terzaki'de 21:00'de buluştuk. Balık
dışında mezelerle fazlasıyla karnımızı doyurduk ve sekiz kişi için 140 €
verdik. Kandiye için kesinlikle önerilecek bir yer.
İkinci
Gün:
Verimli
geçen ilk gün ardından ikinci gün sabah 08:00'de yola çıktık. Önce Kandiye'ye
yarım saat mesafede Hersonissos'ta kalan Tayfun ve İdil'i aldık, ardından
Lasithi Platosu'na doğru yola çıktık. Adanın iç kesimlerine doğru yaptığımız bu
araba yolculukları sayesinde Girit'in enfes sahilleri dışındaki muhteşem
doğasını ve yerel kültürel hazinelerini keşfedebildik. İşin daha da güzel yanı
karnınız acıktığında, dinlenmek istediğinizde engin dağlar arasında olsun,
geniş düzlüklerde olsun, yol üzerinde hoşunuza giden herhangi bir köy
tavernasında (lokanta) durarak keyifli tecrübeler edinip insanlarla muhabbet
edebiliyorsunuz.
Bu
istikametteki ilk durağımız Avdou Köyü oldu. Sevimli bir köy tavernasını (aile
çay bahçesi) görünce günlük nikotin istihkakını kullanmak isteyen
arkadaşlarımın ricası üzerine mola verdik. Bizim gelişimiz ardından yarım saat
içinde sessiz köyün tüm sakinleri (genellikle yaşlıları) muhtemelen pazar
ayininden çıkarak burada toplanmaya başladı. Meraklı bakışlar altında yatan
düşünceleri anlamak için iletişim kurmaya çalıştım ama ingilizce veya türkçe
bilmemeleri yine bir engel olarak karşımıza çıktı. Hesabı istediğimiz sırada
gelen papaz efendi tahminimizi doğrulamış oldu.
Mola
ardından hedefimiz Lasithi Platosu'nda yer alan Dikteon Antron yani Dikti
Mağarası idi. Girit Mitolojisi'nde adı geçen Dikti ve İda mağaraları adanın en
çok ziyaret edilen iki mağarasıymış. Efsaneye göre, Rhea tanrı Zeus'u Dikti
Mağarası'nda doğurmuş ve Zeus savaşçılarca korunup bir kçi tarafından
emzirilmiş. Zamanın kısıtlı olmasından dolayı biz sadece Dikti Mağarası'nı
programa koyduk. Arabalarımızla nefes kesen manzaralı rampaları tırmanırken
rastladığımız yel değirmenleri dikatimizi çekince mola verdik. Bir pazarlama
dehasından çıktığı belli olan Homo Sappiens (İnsan) Müzesi başarılı bir yerel
girişimcinin eseri. 5 € vererek girdiğiniz bu müze bence çocuklara yönelik bir
mola yeri. "Girit'in en iyi kapuçinosu" mottosu ile muhteşem
manzarasını seyrederek dinlenebilirsiniz.
Buradan
sonra Lasithi Ovası'na doğru inişimiz başladı. Beş dakikalık bir iniş ardından
düzlüğe vardığımızda yol ayrımında çilek satan Giritli teyzenin sattığı çileklerin
kırmızılığı yeniden bir zoraki mola vermemize neden oldu. Abartmıyorum,
çileklerin kokusunu kekik kokuları arasında aldım. 2,5 € kaşılığında yarım
kg'den az paketlerde sattığı çileklerin tadına, yıkamaya gerek duymadan bakınca
ikinci ve üçüncü paketleri de aldık ve an itibariyle afiyetle bitirdik. Belirtmek
isterim ki, tüm Girit gezimizde aklımda kalan en iyi beş keyifli tecrübeden
birisiydi.
Dikti
Mağarası:
Yaklaşık
yarım saat süren yolculuk ardından ünlü Dikti Mağarası'na ulaştık. Turist otobüsleri
ve kiralık araçların doldurduğu park yerinin dışında araçlarımızı bırakarak
öğle sıcağı altında 15-20 dakikalık bir tırmanış ile mağaraya ulaştık.
Eşeklerin de kullanıldığı bu tırmanış sonunda indiğimiz mağaranın sıcaklığı
sanırım tek haneli bir rakamdı ve sıcaktan mayışmış tüm vücudumuzu diriltti.
İşte Zeus'un doğduğuna inanılan Dikti Mağarası.
Meza
Potami:
Burada
geçirdiğimiz yaklaşık bir saat ardından istikametimizi doğuya yani Girit'in
turistik yerlerinden biri olan Agios Nikolaos'a çevirdik. Tahmini olarak 1,5 saat
sürecek olan varış noktasına gidene kadar yine Girit'in kimi zaman dağlık kimi
zaman düz olan iç kesimlerinden gidecektik. Henüz denize ayak basmamış olan
gezi arkadaşlarım gördükleri güzelliklere rağmen deniz özlemi çektiklerinden
yolda mola vermeden tam gaz Ag. Nikolaos'a gitmek ve orada bir şeyler atıştırmak
istiyorlardı. Ama bilemezlerdi ki acıkmış ve şekeri düşmüş bir Arda yola devam
edemezdi, hem de bereketli Girit'in bu enfes yerel lezzetleri arasında yolculuk
ederken. Nitekim yarım saat sonra Meza Potami denen yeşillikler içindeki küçük
bir köye vardığımızda ani bir manevra ile Marianna ismindeki sevimli
restorantta durdum. Siz plan yapsanız da, kimi zaman içinizdeki bir ses
kulağınıza fısıldar ve kalbinizin sesini dinlemenizi ister. İşte bu
restorantta durma olayı da böyle gelişti. İyi ki durmuşum, çünkü bu tatilin en
iyi ilk beş tecrübesinden birisi de burada yaşandı. Güzel insanlarla keyifli bir
ortam ve enfes yerel lezzetler cenneti yeryüzüne getiriyor.
Bu
arada farkına vardınız mı bilmiyorum ama Meza Potami bizdeki Mezapotamya demek.
Baba Biritanica Tayfun'un açıklaması ile öğrendiğimiz üzere "iki nehir
arasındaki yer" demek olan bu bölge çok verimli. Buranın sahibi olan eski
denizci İannis (Yannis) arka bahçesinde yetiştirdiği sebzelerden muhteşem
lezzetler sunuyor. Gerçi sunma ve yemek hazırlama işini eşi yapıyor ama İannis
de Giritli bir filozof bence. Eski bir denizci olan İannis Venezüella'dan
Japonya'ya kadar dünyayı dolaşmış. Şimdi ise restorantın arka bahçesinde
organik olarak yetiştirdiği sebze ve meyvelerini konuklarına sunarak sade bir hayat
yaşıyor ve asmalarla donattığı bahçesinin altında yol kenarında keyifli keyifli
biralarını deviriyor. Kendisini Yunanlı olmaktan çok Giritli olarak tanımlayan
birisi. Uzun uzun anlatmayayım ama muhabbeti çok hoş.
Kendisi
ile muhabbet ederken eşi de masayı donatıyordu. Önce zeytinyağı ve ekmekler
geldi ve işte o an ziyafet başladı. Zeytinyağı zaten Girit'in her yerinde
lezzetli ama ekmek tamamen sıradışı idi. Ardından Yunan salatamız, caciki,
dolmaki, kabak çiçeği ve taze fasuli masaya teşrif ettiler. Bu sırada arka fonda
çalan rum müziğini dinlerken kendimi Trabzon'da hissettim. Tulumun eşlik ettiği
harika yerel müzik hakkında bilgi almak istedim ama detay alamadım. İsmi
Mezapotamya olan bu bölgede karadeniz tulumu eşliğinde dinlediğim müzik ortak geçmişe
yönelik hikayeleri öğrenme, dinleme iştahımı kamçıladı. Yemeğin sonunda gelen
karpuzlar ise, kayınvalidemin resimlerden görerek belirttiği üzere tam
organikmiş. Bilseydim karpuz çekirdeklerinden getirirdim. Yeşillikler içinde ve
serin bir ortamda tattığımız bu leziz ürünlerin üzerine bir iki saat şekerleme
yapmak harika olurdu ama damağımızda kalan bu tatlarla biz yolumuza koyulduk.
Agios
Nikolaos
Sonunda
17:00 sularında Ag.Nikolaos'a ulaştık. Bodrum merkezi gibi hareketli olan adanın
en hoş tatil beldelerinden birisi. Araçlarımızla merkeze ilerlerken gördüğümüz
denizin rengi inanılmaz. Belirtmek isterim ki Girit'in her noktasında denizin
suyu muhteşem ve istediğiniz yerden denize girebilirsiniz. Herhangi bir Giritli'ye
popüler plajları sorduğunuzda size dünyaca ünlü kumsalları ve içinde tesisi olan
yerleri öneriyorlar ama denizin suyu her yerde kaliteli, yol kenarında durarak
girebilirsiniz. Araçlarımızla şehir merkezindeki limana kadar yaptığımız kısa
yolculuk ardından sıra serinlemeye geldi. Bunun için Ammoudara Halk Plajı'na
çektik araçları. Halk plajı dediğimde sakın aklınıza Türkiye'deki halk plajları
gelmesin, alakası yok. Her şeyden önce Girit'te kalabalık diye bir olay
görmedim. Bu yüzden doğal güzellik bozulmamış ve anlamsız inşaat enflasyonu
göremiyorsunuz. Halk plajı da bu
güzellikten payını almış. Serin Ege sularında serinlememiz ardından uzandığımız
şezlonglarda en az birer saat kestirmişiz ki uyandığımızda saat 19:30'a
geliyordu. Ag. Nikolaos'a zaman kalmadığı için hemen toparlanıp akşam yemeği
için rotamızı kuzeye önce Elounta'ya oradan da Plaka'ya çevirdik.
Elounta:
Elounta
tam resimlik, Mirabello Körfezi'ndeki keyifli bir tatil beldesi. Venedik etkisi
kendisini hissettiyor. Burayı gördüğümüzde, tekrar Girit'e gelirsek, Kandiye'de
kalmak yerine geceyi burada geçirmenin daha güzel olacağına karar verdik. Buranın kuzeyinde, tıpkı Ayvalık'a bir yol ile
bağlanmış olan, Spinalonga Adası bulunmakta. Bu ada 1950'li yıllara kadar
cüzamlıların barındırıldığı bir yer olmuş. Saat geç olduğu için tekne ile
gezmek istediğimiz bu adayı uzaktan seyretmekle yetindik.
Plaka:
Elounta'nın
5 km kuzeyinde olan Plaka'yı, otelimizdeki Bodrum göçmeni Kostas önermişti. En
iyi balığın Plaka'da yenilebileceğini söyleyen Kostas, Elounta ve Plaka arasındaki
restorantlarda on yıla yakın çalışmış. İlk başta yönlendirdiği yerlerden
komisyon aldığından şüphelendiğimiz Kostas'ın önerilerinin yerinde ve
hesaplarında makul olduğunu görünce sorgusuz sualsiz denemeye karar verdik. Küçük
bir köy olan bu eşsiz ve huzur dolu Plaka'ya güneş battıktan sonra vardığımız
için cırcır böceklerinin rahatsız edici sesini duyamadım. Eğer hep böyleyse
mutlaka burada bir gece kalmanızı öneririm. Bu balıkçı köyünde kıyıya
sıralanmış tavernalarda cebinize ve ağzınıza layık bir şeyler bulacağınıza şüphem
yok. Bu arada belirtmeliyim ki Kostas'ın önerdiği Taverna Giorgos / Giovanni
idi ve fiyatları diğerlerine göre yüksekti. Zaten menüsünü incelerken Lady
Gaga'dan tutun da ünlü futbolculara kadar popüler yıldızların burada misafir
olduğunu görünce Kostas'ın önerisinin birkez daha yerinde olduğunu teyit etmiş
olduk.
Keyifli
akşam yemeğimizi deniz kıyısında Spinalonga'ya karşı yiyerek saat 23:30'da
Kandiye'ye doğru yola çıktık
Üçüncü Gün
Hora Sfakia ve Loutro
Üçüncü Gün
Hora Sfakia ve Loutro
Tayfun
ve İdil ile vedalaşarak yolculuğumuzun üçüncü günü kalacağımız Hanya'nın
güneyindeki sevimli bir Girit balıkçı köyü olan Loutro'ya doğru yola çıktık.
Araba ile ulaşımın olmadığı bu tatil beldesi için Ag.Varvara, Timbaki, Spili
üzerinden Hora Sfakia'ya varmayı planladık. Ancak Aegeon Havayolları'nın uçağındaki
dergide gördüğüm ve adının Agios Pavlus olduğunu öğrendiğim muhteşem koyun yol
üzerinde olduğunu öğrenince yolumuzu bir saat uzatacak bir kaçamak ile istikameti
güneye çevirdim. Yine heybetli dağlara tırmanış ardından indiğimiz bu sevimli
küçük köyde kumsal ve deniz güzeldi ama dergide gördüğüm yer orası değildi.
Daha sonra haritada dikkatli inceleme yaparken aynı isimle adanın güney batısında başka bir koy olduğunu gördüm. Emin olmamak ile birlikte Loutro'nun batısındaki muhteşem koylardan birisi olduğunu tahmin ederek görebilmek hayali ile yola devam ettik.
Daha sonra haritada dikkatli inceleme yaparken aynı isimle adanın güney batısında başka bir koy olduğunu gördüm. Emin olmamak ile birlikte Loutro'nun batısındaki muhteşem koylardan birisi olduğunu tahmin ederek görebilmek hayali ile yola devam ettik.
Bir saate yakın bir yolculuk ardından Sfakia'ya vardık. Yakın
zamana kadar dış dünyadan kopuk yaşayan Sfakia köyünün halkı tarih boyunca
kendi kendine yeterlilikleri ve bireyciliklerinin yanı sıra kan davaları ile
nam salmış. Akşam 17:00 sularında vardığımız Sfakia'da arabalarımızı park
ederek bavullarımızı alarak 17:30'daki tekneye bindik.
Yaklaşık 20 dakikalık bir yolculuk sonunda geldiğimiz sevimli Loutro rüzgar almayan koyu ve muhteşem denizi ile beklentilerimizi boşa çıkarmadı. Odalarımıza yerleşmemiz ardından soluğu hemen denizde aldık. Sınırlı sayıdaki binaları ile sınırlı sayıda konaklama imkanı olan bu küçük Girit köyü kafa dinlemek isteyenler için mükemmel bir tercih. Ayrıca belirtmeliyim ki, buradan diğer koylara tekne ile seferler var. Bizim gitmeye zamanımızın olmadığı Marmara Beach, Ag. Roumeli koylarına ve tatlı su kaynağına olan turları mutlaka öneririm. Bu muhteşem doğal güzelliği olan tatil beldesinin bizce tek eksiği yemekleri ve restaurantların servis kalitesi idi. Yine de burada 2-3 gece geçirmeyi isterdim.
Yaklaşık 20 dakikalık bir yolculuk sonunda geldiğimiz sevimli Loutro rüzgar almayan koyu ve muhteşem denizi ile beklentilerimizi boşa çıkarmadı. Odalarımıza yerleşmemiz ardından soluğu hemen denizde aldık. Sınırlı sayıdaki binaları ile sınırlı sayıda konaklama imkanı olan bu küçük Girit köyü kafa dinlemek isteyenler için mükemmel bir tercih. Ayrıca belirtmeliyim ki, buradan diğer koylara tekne ile seferler var. Bizim gitmeye zamanımızın olmadığı Marmara Beach, Ag. Roumeli koylarına ve tatlı su kaynağına olan turları mutlaka öneririm. Bu muhteşem doğal güzelliği olan tatil beldesinin bizce tek eksiği yemekleri ve restaurantların servis kalitesi idi. Yine de burada 2-3 gece geçirmeyi isterdim.
Dördüncü
Gün:
Sabah
denizimize girdik, kahvaltımızı yaptık ve saat 13:30 teknesi ile Sfakia'ya
doğru yola çıktık. Güneşin altında parka bıraktığımız ve sıcaktan direksiyonunu
tutamadığımız araçlarımızı serinlettikten sonra rotamızı Hanya'ya çevirdik. Yola
çıktıktan bir saat kadar sonra heybetli dağların arasında kıvrılan ıssız
yollarda giderken gördüğümüz "Military War Museum" tabelası
dikkatimizi çekti. Yüksek bir rakımda yeralan ve bir kaç haneli bir köyün içini
gösteren tabelayı şüphe ile takip ederek vardığımız "müzeleştirilmiş evi"
görünce az kaldı inmekten vazgeçiyorduk. Giriş ücreti de yazmayan bir köy evinin
bahçesindeki uçaksavar ve bombalara bakarken içerden iki turistle çıkan 55
yaşındaki Dimitri dinamik bir şekilde bizi içeri davet etti. İkinci Dünya
Savaşı sırasında Almanlar tarafından işgal edilen adada partizan olarak savaşan
babası tarafından toplanan askeri malzemelerden oluşturulan bu kişisel müze
takdire değer. Yarım saat kalığımız müzede bize rakı ve kraker ikram eden Dimitri
ile vedalaşarak yola tekrar çıktık.
Hanya (Chania)
Akşam 17:30
sularında vardığımız Hanya'da önce otelimize yerleştik, biraz dinlendikten
sonra 19:00 sularında Hanya merkeze doğru yola çıktık. Trafik yoğunluğunu en
çok hissettiğimiz Hanya'da bulduğumuz park yeri eski Türk Mahallesi'nde deniz
kenarında güzel bir noktada idi. Buradan tarihi limana doğru yaptığımız kısa bir
yürüyüş ardından Hanya'nın surlar içinde yer alan eski şehrine vardık (Old
City). Batan güneşe karşı Hanya limanındaki deniz feneri tam fotoğraflıktı.
Girit'in bence en muhteşem şehrine günün en güzel saatinde gelmek hoş bir zamanlama ile oldu. Anlatmakla bitmez ama Osmanlı'yı ve Venedik'i bu kadar bir arada yaşatan iki şehir vardır; birisi Rodos diğeri de Girit. Tarihi çok eskilere uzanan bu şehir, limanı ve deniz ticareti nedeniyle Minos Çağı'nın Kydonia diye anılan önemli bir şehriymiş. Hatta Kydonia sarayı bugün modern Hanya şehrinin altında yer alıyormuş. Zamanla Venedik, Araplar ve Osmanlılar tarafından fethedilen bu şehir tüm fatihlerinin izlerini taşımakta. Bir zamanların kiliseleri Osmanlı zamanında camiye çevrilmiş, sonra Yunanlılar alınca tekrar kiliseye veya turistik bir binaya çevrilmiş. Camileri çıkardığınızda şehir ağırlıklı Venedik havası taşımakta. Ama 250 yıllık Osmanlı hakimiyetinin simgesi olan Küçük Hasan Camisi (nam-ı diğer Yeniçeri Camisi) ilginç kubbesi ile limanın tam kalbinde. Saat 19:30 sularında limandaki turistik restorantların ve barların önünden geçerek ulaştığımız bu eski caminin önündeki yöresel kıyafetler ile dans eden Giritlilerin bu gösterileri sanki kente yeni gelen bizleri karşılamak için organize edilmiş gibiydi.
Girit'in bence en muhteşem şehrine günün en güzel saatinde gelmek hoş bir zamanlama ile oldu. Anlatmakla bitmez ama Osmanlı'yı ve Venedik'i bu kadar bir arada yaşatan iki şehir vardır; birisi Rodos diğeri de Girit. Tarihi çok eskilere uzanan bu şehir, limanı ve deniz ticareti nedeniyle Minos Çağı'nın Kydonia diye anılan önemli bir şehriymiş. Hatta Kydonia sarayı bugün modern Hanya şehrinin altında yer alıyormuş. Zamanla Venedik, Araplar ve Osmanlılar tarafından fethedilen bu şehir tüm fatihlerinin izlerini taşımakta. Bir zamanların kiliseleri Osmanlı zamanında camiye çevrilmiş, sonra Yunanlılar alınca tekrar kiliseye veya turistik bir binaya çevrilmiş. Camileri çıkardığınızda şehir ağırlıklı Venedik havası taşımakta. Ama 250 yıllık Osmanlı hakimiyetinin simgesi olan Küçük Hasan Camisi (nam-ı diğer Yeniçeri Camisi) ilginç kubbesi ile limanın tam kalbinde. Saat 19:30 sularında limandaki turistik restorantların ve barların önünden geçerek ulaştığımız bu eski caminin önündeki yöresel kıyafetler ile dans eden Giritlilerin bu gösterileri sanki kente yeni gelen bizleri karşılamak için organize edilmiş gibiydi.
Limanda
hem çok sayıda lokanta hem de alışveriş dükkanı var. Lokantaların ve barların
bir kısmı Venedik üslubunda inşa edilmiş binalarda faaliyet gösteriyor. Buna
ilave olarak arka sokaklara dalarak yapacağınız turlar son derece keyifli. Biz
ilk gece günün yorgunluğunu deniz kenarındaki turistik restaurantlardan
birisinde çıkardık ama tavsiye edeceğim bir orijinallik yoktu. Gruptakiler
alışveriş yaparken tek başıma dış surlarda yaptığım yürüyüş esnasında hemen
surların dibinde rastladığım geleneksel Girit lokantalarını ertesi akşam için
bir alternatif olarak hafızama kaydettim.
Elafonisi
Plajı:
Hanya'daki
ilk günümüz ardından tüm günü Girit'in en muhteşem kumsalları için planladım.
Deniz tatilini çok tercih etmesem de dünyaca ünlü olduğunu öğrendiğim iki plaj
için ertesi sabah yola çıktık. İlki adanın batı tarafının güneyindeki ve Hanya'ya
yaklaşık 1,5 saatlik mesafedeki Elefonisi kumsalı, diğeri ise bu kumsalın
kuzeyindeki Falasarna plajı idi. Elafonisi'ye giderken yolda mola verdiğimiz ama
ismini hatırlayamadığım aile çay bahçesi misali taverna soluklanmak için güzel
bir tercih oldu. Araçlarımızı parkettiğimiz yerin üzerindeki asma dallarındaki
üzümler, sodalarımızı yudumladığımız bahçedeki nar ağaçları ve limonlar tecrübe
ettiğimiz o keyifli anları anılaştırmak ve paylaşmak için ilham verdi.
Tepedeki
yakıcı güneşin altında saat 12:30 sularında kimine göre Yunanistan'ın en güzel
plajı olan Elafonisi Plajına vardık. Çok kalabalık olan bu muhteşem plajın
turkuaz renkli suları enfes ince açık sarı kumu ile doğal bir güzellik sunuyor.
Kıyıdan 30-40 m'ye kadar ancak boynuza ulaşan bu keyifli plajda suların içinde
saatlerce yürüyerek dolaşabiliyorsunuz. Doğal koruma alanı olan bu sahilin
etrafında yapılaşma olmadığı için yakınlarda konaklama imkanı çok sınırlı.
Buraya erken gelen bu sahilin tadını çıkartır. Saat 15:30'a kadar burada kaldık
ama diğer plaja da gidecek olmamız nedeniyle kalbimiz burada kalarak yola
çıktık.
Falasarna'ya
yine inişli çıkışlı bir güzergah ardından yaklaşık bir saatlik bir yolculuğu
takiben vardık. Uçsız bucaksız gibi görülen bu plaj boyunca üç farklı tesis bulunuyor.
Ancak koca sahil boyunca etrafta görülen taş bina sayısı üç dört adedi geçmez.
Tamamen doğa ile uyumlu bakir sayılabilecek plajlar. Falasarna Plajı'nda deniz
daha dalgalıydı ama burasının da kumu ve suyunun rengi güzeldi. Yorucu araba
yolculukları ardından terden ve yorgunluktan bitap düşmüş olan bedenlerimizi bu
enfes sularda dirilttikten sonra soğuk birşeyler içerek dinlendirdik. Ardından
Hanya'da Girit'e özgü keyifli bir şeyler yemek hayaliyle yola çıktık.
Çok
uzatmadan belirteyim ki, gezimizin en akılda kalan anılarından birisi de
Hanya'da son akşam bulduğumuz lokanta ve yediklerimizdi. "To Xani"
adındaki bu lokanta hemen yahudi sinagogu yanında yer alıyor. "Han"
anlamına gelen bu açık hava restaurantına gittiğimizde masamıza işin üstadı karizmatik
Dimitri geldi. Kendisine Türkiye'den geldiğimizi ve Girit'in meşhur mezelerini
ve yerel lezzetlerini aradığımızı ama henüz bulamadığımızı söylediğimizde
masanın donatım işini kendisine bırakmamızı, ikramı ve fiyatı abartmadan
keyifli bir şekilde masadan kalkacağımızı garanti ederek rica etti. İyi ki de
bırakmışız. Ortaya getirdiği başlangıç mezeleri ve farklı içerikli kuzu etleri
tek kelimiyle enfesti. Prensip olarak yediğimizin içtiğimizin resimlerini
koymadığım için sadece öneride bulunuyorum ve diyorum ki yolunuz Hanya'ya
düşerse mutlaka buraya gidiniz. (Adres: Parados
Kondilaki Street, Venetian Old Port, Chania, Crete 731 00)
Beşinci
ve son günümüz:
Argropolis
ve Melidoni Mağarası
Sabah
uyandık ve kahvaltı ardından Rethimno'a (Resmo) doğru yola çıktık. Check-in
saati olarak 13:00'e doğru denk gelecek şekilde acele etmeden yola çıktık. İlk
durağımız, eşimin önerisi ile yol üzerindeki Argyropolis oldu. "Buz gibi
pınarları ile yazın yakıcı ortamında serinlik sunan yeşillikler içinde bir yer"
olduğunu okuduğumuz tanıtım yazısı ardından rotamızı buraya çevirdik. Özetle
söyleyeyim bahsedilen yer çok küçük bir alan ama tok insanı bile açıktaracak
güzellikte kuzu çevirmeler var. Zaten sonradan otelde görevli hanıma lokal ama güzel
bir restaurant alternatifi sorduğumda burasının da ismini verdi.
Rethimno'ya
vardığımızda saat 14:00 idi ve güneş tüm yakıcılığı ile tepemizdeydi. Kalenin
yakınındaki ve polis karakolunun hemen yanındaki butik otelimize yerleştik. Bu
sıcak altında ne yapacağımızı konuşurken ben eşimle birlikte araba ile çevre
gezileri yapmaya, arkadaşlarımız da yakın güzel bir plaja gitmeye karar verdik.
İstikametimizi Melidoni Köyü'ndeki Melidoni Mağarası'na çevirdik. Melidoni
Mağarası denen ve Osmanlılarla alakası olan bu mağaraya yarım saatlik bir
yolculuk ile vardık. Dağların tepesinde yüksek bir noktada olan bu mağaranın
tarihi çok eskilere uzanmaktaymış. Ama asıl etkileyici hikayesi 1821'deki Yunan
Bağımsızlık savaşı ardından bağımsızlık fikrinden etkilenen Girit'in gayri
müslim unsurlarının da etkilenmesi ile ortaya çıkmış. Adanın farklı
kesimlerinde başlayan ayaklanmalar ve silahlı direnişleri sert tedbirler ile
bastırmak isteyen Osmanlı yönetimi, 1824 yılında ayaklanan Melidoni Köyü'ne gelmiş.
Bunu duyan 370 kişilik köy halkı silahlı 30 direnişci asker ile bu mağaraya
saklanmış. Ancak Osmanlılar teslim olmayı reddeden ve mağaradan çıkmayanları,
mağara ağzında yaktıkları ateşin dumanını mağaraya vererek çıkmalarını sağlamak
istemiş. Ancak mağaradan çıkmayı reddeden bu dört yüz kişinin tümü dumandan
boğularak ölmüş. Bu olayın anısına da mağaranın dibinde temsili bir mezar
koymuşlar.
Melidoni
Mağarası gezimizi bitirdikten sonra önce Melidoni Köyü'ne birşeyler atıştırmaya
indik. Klasik zeytinyağı, köy ekmeği, Yunan salatası, cacık ve yaprak sarması
ardından ismi nedeniyle ilgimi çeken Agia Roumeli köyüne doğru yola çıktık.
Anadolu'dan göçenlerin ikamet ettiğini düşündüğüm bu kasabada birilerini buluruz
ve hikayeleri dinleriz niyetiyle geldiğimiz Agia Roumeli köyünde yine iletişim
kurabilecek bilerini bulamadık ve elimiz boş şekilde döndük.
Rethimno
30.000
kişilik nüfusu ile Rethimno güzel kumlu sahillere ve iyi korunmuş bir tarihi
eski kente (Old City) sahip önemli bir merkez. Venedikliler, aynı şekilde,
burayı da Osmanlı ve müslüman korsanlara karşı sağlamlaştırılmış surlarla
donatmış. Yetenekli tacir olan Venedikliler, kendi ülkelerindeki gibi
etkileyici evler ve binalar yapmışlar, bu estetik anlayışı belli kent
kapılarında da kendisini göstermiş. Osmanlılar zamanında ise çoğu yapı ve
kilise camiye çevrilmiş. Bu arada öğrendik ki, eski şehirdeki evlerin bir
çoğunun birbiri ile bağlantısı varmış. Halk arasındaki hikayelere göre
Osmanlılar zamanında Türklerden kaçmak isteyen Giritlilerin bu ara sokaklardaki
evlerden birisine girmesi yetermiş.
Tarihi
merkezdeki ilk ziyaretimizi otelimizin hemen yanıbaşındaki surların içindeki
kaleye yaptık. Güneş batımının en güzel seyredilebileceği yerlerden olan
surların içinde geçerken burada 250 yıl kalan ecdadımızı andık. Hemen belirteyim
ki surların içinde muhteşem kubbesiyle duran Sultan İbrahim Camisi beni geçmişe
götürdü. Şu anda boş olan ve minaresi yıkılmış olan bu caminin restore edilmesi
çok hoş olurdu.
Sultan İbrahim Camisi
Rethimno'nun
ara sokakları çok keyifli, hele akşam güneş batımını takiben serinleyen ortam
insanın iştahını da açıyor. Akşam yemeği öncesinde çarşıda zaman geçirmek isteyen
gruptan ayrılarak şehirdeki camileri görmek için hızlı bir tura çıktım. Restore
edilmekte olan ve Belediye Konser Salonu olarak kullanılan Nerantzes Camisini, Paleontoloji
Müzesi olarak hizmet veren Veli Paşa Camisini ve Kara Musa Paşa camilerini görebilirsiniz.
Son günümüzü taçlandırmak için de güzel bir
restaurant aradık. Bizim tercihimiz Taverna Castello (www.castello-crete.com) oldu. Leziz yerel yemekleri yiyebildiğimiz bu
aile işletmesini öneririm, ambiansı çok güzel. Eğer daha az turistik ve tam
yerel bir alternatif ararsanız size Meostrati Tavarna'yı (www.mesostrati-rethymno.com)
önereceğim. Sazlı sözlü ortamın olduğu bu taverna da Rethimno'daki gecelerinizi
keyifli kılacaktır
Tatlı bir telaş içinde mümkün olduğunca fazla yer görmek ve hem denizin hem de Girit mutfağının tadına bakabilmek amacıyla 950 km yaptığımız Girit gezimiz oldukça keyifliydi. Notlarıma son vermeden önce bazı tavsiyelerde bulunmak isterim. Umarım bu yazdıklarım gezerken öğrenmek ve paylaşmak isteyenler için yararlı olur.
Tavsiyeler
- Girit adası sadece Hanya ve Iraklion'dan ibaret değildir. Girit için 7 gün ayırmalısınız.
- Turizm sezonu nisan-ekim ayları arasında. Mayıs, eylül, ekim ve hatta kasım ayları adayı ziyaret anlamında güzel olabilir.
- Iraklion'da kalmanıza gerek yok, onun yerine Ag.Nikolaos'da veya Elounta'da kalın ve tüm doğu tarafını geziniz. Anadolu'dan göçenleri adanın doğusuna yerleştirmişler.
- Loutro'da 2-3 gün kalırsanız muhteşem güney batı koylarını görme imkanınız olur (Marmara Beach, Roumeli Beach, Ag Pavlos)
- Araç kiralayın ve kendiniz dolaşın, keşfedin. Yerel kişilerle iletişim kurun, bunun için zaman ayırın.
- Bir de Türkiye'den gelirken buradaki kişilere hediye edebileceğiniz minik şeyler getirin, kafalarındaki olumsuz Türk imajının silinmesi için Sultan Süleyman'a yardım etmiş olursunuz.
- Çayı çok seviyorsanız yanınıza Türkiye'den çayınızı ve ince belli bardaklarınızı götürün.
- Başta yoğurt ve peynirleri olmak üzere süt ürünleri çok başarılı. Sabah kahvaltısı ardından öğlenleri sadece bir sandviç ile geçiştirin ve akşamları geleneksel restorantları seçin. Burada gündüzleri sıcak olduğu için sosyalleşme 22:00'de başlıyor
Gezip,
görmeniz, öğrenmeniz ve paylaşmanız dileklerimle.